Bugüne kadar varlığından haberdar olmadığım bir programdı TRT'nin ''Kentler ve Gölgeler'' isimli kültür-sanat programı.
Tesadüfen denk geldim ve bunca zaman ıskaladığıma çok üzüldüm. Sanırım son zamanlarda çekilmiş yeni bölümleri yok. Eğer cidden yayından kalktıysa üzücü.
Benim denk geldiğim program ise Derya Alabora'nın eşlik ettiği (her programda farklı bir isim farklı bir kentte farklı bir sanatçıyı anlatıyor.) Prag-Franz Kafka bölümüydü.
Oyuncu Derya Alabora, Prag sokaklarında gezerek, Franz Kafka'nın şehirdeki yaşantısının izlerini sürüyor ve onun edebi serüvenine ilişkin düşüncelerini aktarıyor izleyiciye.
Yaklaşık 45 dakika süren bölümde, Alabora şehirde Franz Kafka Müzesi, Kafka Cafe gibi yerlere uğruyor ve onun geçtiği sokaklardan, nişanlandığı binaya, okuduğu fakülteye kadar Kafka-Prag ilişkisine dair ayak izlerini aktarıyor.
Bölüme eşlik eden Alabora zaten çok sevdiğim bir oyuncu. Burada da programa ekstra tat katmış Kafka'ya olan sevgisi ve yorumlarıyla. Büyük bir ilgiyle izledim.
Bu arada Kafka'nın en yakın ve yazdıklarının yakılmasını vasiyet ettiği arkadaşı Max Brod'dan da söz ediliyor elbet.
Hiç düşündünüz mü Max Brod'un arkadaşı Kafka'ya ettiği ihanetin doğurduğu sonuçları? Cidden tüyler ürpertici.
Bir hayal edin. Arkadaşı Kafka'ya ihanet etmeyen ve vasiyetini yerine getiren bir Max Brod.
Dönüşüm yok, Dava yok, Milena'ya mektuplar yok. Kafka ailesi sadece Prag'da yaşayıp ölmüş bir soy isimden ibaret. Prag biraz daha sıradan bir şehir.
Demek ki bazı ihanetler çok güzel şeylere sebep olabiliyor. Brod'un arkadaşının yazdıklarına olan inancı, öngörüsü mucizevi bir şey.
Özetle siz de henüz bu belgeseli izlemediyseniz mutlaka vaktinizi ayırın derim.
28 Ekim 2016 Cuma
27 Ekim 2016 Perşembe
MESKALİN 60 DRAJE
Edebiyat denince, deneme türüne ayrı bir ilgim olduğunu söyleyebilirim ve deneme denince de yaşayan yazarlar arasında Murathan Mungan'ın denemelerinin ayrı bir yeri vardır bende.
Her bir denemesiyle zihne çok şey kazıyan Mungan'ın ''Meskalin 60 Draje'' kitabını ise oldukça geç bir şekilde bu hafta okuma fırsatı buldum.
Daha önceki okuduğum deneme kitaplarında olduğu gibi yine akla kazınası cümleler, tespitler içeren, su gibi akıp giden bir kitap.
Türkçede deneme yazan, yaşayan en iyi yazarlardan biri kesinlikle Murathan Mungan. Öykü ve romancılığının yanı sıra deneme alanındaki kitapları da ihmal edilmemeli.
Her bir denemesiyle zihne çok şey kazıyan Mungan'ın ''Meskalin 60 Draje'' kitabını ise oldukça geç bir şekilde bu hafta okuma fırsatı buldum.
Daha önceki okuduğum deneme kitaplarında olduğu gibi yine akla kazınası cümleler, tespitler içeren, su gibi akıp giden bir kitap.
Türkçede deneme yazan, yaşayan en iyi yazarlardan biri kesinlikle Murathan Mungan. Öykü ve romancılığının yanı sıra deneme alanındaki kitapları da ihmal edilmemeli.
26 Ekim 2016 Çarşamba
MEZAR TAŞIMIZ
Ne söylesek zor ve anlamsız.
Bir çocuk daha, aklı dünyayı kavrayamadan, çocukluğunu
yaşayamadan toprağa verildi.
Türkiye; küçük Irmak’ın akıllara, vicdanlara sığamayacak
ölümünü konuşuyor.
3.5 yaşında bir çocuk. Sadece 3.5 yaşında. İnsan yazarken
utanıyor ama tecavüze uğruyor, boğularak öldürülüyor. Küçük bedeni, bir çöp
torbasıymış gibi önce çöpe atılıyor, daha sonra gömülüyor.
Tüm bu iğrenç detaylar, aklı hiçbir şeye ermeyen bir çocuğun
başına geliyor.
Tüm bunlar zaten medyada, her yerde yeterince konuşuldu.
Daha fazla bu kan donduran detaylara girmek istemiyorum. Zira maalesef bu kadar
konuşmak bir şeye derman olmuyor.
Zamanla insanlar gündelik hayatlarına devam edecekler, tüm
bunları bir ‘hit’ fırsatı olarak görüp farklı şekillerle, başlıklarla
tekrarlarca haber yapanlar da unutacaklar. Hayat devam edecek.
Peki ya o aile için bir hayat olacak mı? Evlatlarını,
çocukluğuna doyamadan toprağa veren o aile ne yapacak? Bunun cevabını kim
verebilecek?
Şimdi, o detayların arkasındaki görünmeyenlere veya hasır
altı edilenlere bakmak lazım.
Türkiye’de 2015 yılında ölen çocuk sayısı 617.
İş cinayetlerinde ölenler, Irmak ile benzer kaderi
yaşayanlar, savaşlardan kaçarken amansız dalgalarda boğulanlar…
Tüm bunlara 2016 yılında ölenleri ekleyin ve son olarak
Irmak’ı düşünün. Ölen çocuklar hanesine bir sayı daha ekleyin. Bir sayı daha
eklemek ne kolay değil mi? Sanki cansız bir beden değil de bir istatistikten
bahseder gibi. Tüm o çocuklar, bir istatistiğin verileri değil, hayatlarını
yaşayamadan ölen, korkunç düşüncelerin bedelini ödeyen masum bedenlerdi.
Nereden tutsan, düşünsen elinde kalıyor. Hangisinden
bahsedebiliriz ki şu geçmişi biraz irdelediğimizde?
Belki birçoğumuz unuttuk. Bundan 4 yıl öncesine ait bir
haber. Ben hiç unutamadım o haberin maktulünü: Ağrılı Melek Karaaslan.
Daha 16 yaşında evlendirildiği eşinden ve eşinin ailesinden
akıl almaz şiddetler gördü.
Kayınvalidesi tarafından hamileyken kış vakti sokağa atıldı.
Ağrı'nın soğuğunda dışarıda doğum yaptı. Bebeğini kaybetti. Bunalıma girdi,
davranış bozuklukları yaşadı. Destek beklerken yine şiddet gördü.
Melek’in babası birkaç kez kızını alıp eve geri götürdü.
Ancak ailelerin büyükleri Melek'i ''namustur'' diyerek eşinin evine geri
gönderdi. Nihayetinde Melek Karaaslan, eşinin evinde şiddet görmeye devam etti.
Tuvaletini bile tutamaz hale getirildi.
En sonunda kayınvalidesi onu tuvalete kilitledi. Üç ay
boyunca ailesinin nasıl oluyorsa akıllarına bile gelmedi sormak.
Sonunda babası merak edip eve geldiğindeyse artık çok geçti.
Melek, hastaneye kaldırıldığında 30 kiloya düşmüştü, bilinci yerinde değildi.
Komadan çıkamadı ve yaşam mücadelesini kaybetti Melek. Dalga geçer gibi
kayınpederi 6 yıl cezayla sıyrıldı işin içinden.
Sadece bu da değil. Para karşılığı birlikte olduğu kadının
oğlunu (6 yaşındaydı) buna şahit oldu diye öldürüp tarlaya atanlar, 2009’da,
bir bayram günü şeker toplamaya çıkıp aylar sonra evine cenazesi dönen çocuklar
ve daha akla gelmeyen nice korkunç cinayetler.
Nereden başlamalı bilemiyorum. Sorulacak, düşünecek öyle çok
şey var ki.
Örneğin, erkek egemenliğin hakim olduğu eril dil ne zaman
son bulacak? Gündelik hayatlarımıza öyle sıradan vecizler olarak yerleşmiş ki
farkında değiliz.
Veya ‘’Çocuk gelinler’’ denilen (ki böyle bir tanım olmaz,
olamaz. Çocuklardan gelin olmaz) ve hala devam eden, üstü kapalı olarak gelenek
kılıfına uydurulan, özünde pedofili olan iğrenç bir mevzu var. Bu ne olacak?
Toplum ‘’Pedofili’’ kavramını biliyor mu? Bu tehlikenin ne
kadar farkında?
Erkek çocuklarına küfür öğretince sevinen, çocuğunun sözüm
ona ‘erkekliğe’ adım attığını düşünen ebeveynler var. Bu ne olacak?
Böyle bir ortamda, bu çocuklar ne kadar sağlıklı
büyüyebilecek?
‘’Aslan, kaplan oğlum’’, ‘’Sen şöyle yaparsın, böylesin’’
tarzı bir yetiştirme dilini aşılamayın çocuklarınıza.
Çocuklarınıza, aslan, kaplan olmayı değil, başkalarının
üzerinde tahakküm kurmayı değil, insan olmayı öğretin.
Tüm bu yukarıda saydığım cinayetler, sizce de bu yerleşik
kültürel parçaların bir yansıması değil mi?
Her geçen gün, kanıksadığımız, gerçek olamayacak kadar
korkunç cinayetlere bir yenisi ekleniyor. Bir yerde, küçük bir çocuk ölüyor ve
hep seyrediyoruz.
İnsanlığımız, vicdanımız öldü bizim. Her gün ölüyoruz,
yitiyoruz yavaş yavaş.
Söyleyin, mezar taşlarımız nerede?
10 Ekim 2016 Pazartesi
KENDİME NOT: DAHA ÇOK YAZ, ZİHNİN PAS TUTMASIN
Epeydir ihmal ettim binbir heveslerle açtığım blog sayfamı.
Şöyle bir baktım, neredeyse iki aydır hiçbir şey yazmamışım. Neden böyle oldu, neden böyle ihmal ettim diye kızdım kendime. Artık bir şeyler karalamalı, kişisel bir özür mahiyetinde de olsa bir şeyler yazarak ipin ucundan tutmalı.
Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki Ender'in ''Okumak kimilerine yazmayı bana ise yazmamayı öğretti'' sözünü kendime düstur edinmeyi biraz abarttım galiba.
Yine de insan yazmalı, iddiasızca da olsa. Maksat zihnin pas tutmaması olsun. İç dökmek, kaç kişinin okuyacağını umursamadan bu günlüğe bir not düşmek lazım.
Peki ne okuyorum şu sıralar? George Saunders'in İkna Ulusu.
Deli Dolu Yayınları'ndan çıkan ve tıpkı yazma eylemi gibi epeydir kütüphanemde beklettiğim kitaba başladım nihayet.
Bunun dışında, bu hafta Başka Sinema kapsamında Türkiye'nin Oscar adayı Kalandar Soğuğu'nu ve Rüzgarda Salınan Nilüfer'i izleyeceğim diye not düştüm kendime. Bunun için de ayrıca heyecanlıyım.
Ve haftanın diğer heyecan verici olayı: Filmekimi 2016.
Perşembe günü İzmir'de başlıyor. İlk olarak Jim Jarmusch filmi Paterson ile başlayacağım festivale.
Önümüzdeki günlerde Filmekimi için de bir şeyler yazmak lazım. Yazmak için güzel bir sebep işte.
Böyleyken böyle...
Şöyle bir baktım, neredeyse iki aydır hiçbir şey yazmamışım. Neden böyle oldu, neden böyle ihmal ettim diye kızdım kendime. Artık bir şeyler karalamalı, kişisel bir özür mahiyetinde de olsa bir şeyler yazarak ipin ucundan tutmalı.
Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki Ender'in ''Okumak kimilerine yazmayı bana ise yazmamayı öğretti'' sözünü kendime düstur edinmeyi biraz abarttım galiba.
Yine de insan yazmalı, iddiasızca da olsa. Maksat zihnin pas tutmaması olsun. İç dökmek, kaç kişinin okuyacağını umursamadan bu günlüğe bir not düşmek lazım.
Peki ne okuyorum şu sıralar? George Saunders'in İkna Ulusu.
Deli Dolu Yayınları'ndan çıkan ve tıpkı yazma eylemi gibi epeydir kütüphanemde beklettiğim kitaba başladım nihayet.
Bunun dışında, bu hafta Başka Sinema kapsamında Türkiye'nin Oscar adayı Kalandar Soğuğu'nu ve Rüzgarda Salınan Nilüfer'i izleyeceğim diye not düştüm kendime. Bunun için de ayrıca heyecanlıyım.
Ve haftanın diğer heyecan verici olayı: Filmekimi 2016.
Perşembe günü İzmir'de başlıyor. İlk olarak Jim Jarmusch filmi Paterson ile başlayacağım festivale.
Önümüzdeki günlerde Filmekimi için de bir şeyler yazmak lazım. Yazmak için güzel bir sebep işte.
Böyleyken böyle...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)