28 Şubat 2016 Pazar

AND THE OSCAR GOES TO...

Her yıl olduğu gibi, prestijli ödüllerle dolu geleneksel şubat ayı ve bir kez daha bir ödül sezonunun sonu.
Golden Globe, PGA, DGA, SAG, Bafta vs. ve Ocak ayında adayların açıklanmasıyla başlayan geri sayım derken, 88. Oscar Ödül Töreni geldi çattı.

Tabii işin en keyifli yanı her yıl olduğu gibi havada uçuşan tahminler, bahisler. Favoriler bir yana, herkesin gönlünden geçenler de farklı farklı elbet.

Ben de, tahmin rüzgarlarına kapıldım ve gönlümden geçenlerle kazanması yüksek ihtimal olanları listeledim.
Bu yıl da en büyük favorim, geçen yıl Birdman ile başlattığı sinemasal rüzgarı devam ettiren Inarritu oldu. Bakalım, onu bu gece yine elinde altın heykelcikle görebilecek miyiz? Merak konusu.

Kim alır?/kim almalı? şeklindeki listem:

En iyi film

Kim alır: The Revenant/ Kim almalı: The Revenant

Son zamanlarda özellikle yükselen bir The Big Short rüzgarı var, burası kesin ama ben, gittiği törenlerden boş dönmeyen The Revenant'in şansının daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Göreceğiz.

En iyi yönetmen
Kim alır: Alejandro G. Inarritu/ Kim almalı: Alejandro G. Inarrıtu

İki ay önce sorsanız, geçen yıl aldığı ödüllere sayıp Akademi, bu yıl Inarrıtu ve filmini eli boş gönderir derdim ama o iki aylık arada yaşanan gelişmeler, aldığı ödüllerle Inarrıtu yine çok güçlü olduğunu gösterdi. Bu yıl da alırsa şaşırmayacağım.

En iyi erkek oyuncu
Kim alır: Leonardo Dicaprio/ Kim almalı: Michael Fassbender

Bu konuda yalnız olduğumu biliyorum ama izin verin, izah edeyim.
Öncelikle The Revenant'i ilk izlediğimde kesinlikle Dicaprio'ya bayıldım. Hala da öyle aslında, bir şey değişmedi. Muhtemelen o alacak ve alırsa da hak etmedi demeyeceğim. Fakat öte yanda var olan ve hiç dillendirilmeyen Fassbender'in Steve Jobs portresi, bence hiç de Dicaprio'dan altta kalır gibi değil. Hatta bu performans, kimi yerlerde Dicaprio'nun da üstüne çıkıyor. Son derece leziz olan ve bol diyaloğa dayanan bu performansa şans verilmiyor oluşu beni üzüyor ve bu yüzden içten içe Fassbender'in kazanmasını istiyorum.

En iyi kadın oyuncu
Kim alır: Brie Larson/ Kim almalı: Cate Blanchett

Brie Larson konusunda herkes hemfikir. Maalesef, gecenin en kesin dallarından biri. Bu dalda olan, Blanchett'in büyüleyici Carol performansına olacak. Harcayacaklar matmazel.

En iyi yardımcı kadın oyuncu
Kim alır: Alicia Vikander/ Kim almalı: Kate Winslet

Yardımcı oyuncu kategorileri bu yıl, önceki yılların aksine pek renkli ve çetin. Bu dalda, Rachel McAdams'ın nasıl gösterildiğini anlayamadığım Spotlight performansı hariç, geri kalan dört aday da çok iyi.

Aslında ibre başlarda Jennifer Jason Leigh'den yanaydı (Tabii hala şansı var) Fakat sonrasında ödül tercihleri dengeleri değiştirdi. Kate Winslet hem Altın Küre'yi hem Bafta'yı alarak öne çıktı fakat bir yandan da Oscar'ın yardımcı kadın oyuncu kategorisine soktuğu Vikander'in yer alması işleri karıştırdı.

En iyi yardımcı erkek oyuncu
Kim alır: Sylvester Stallone/ Kim almalı: Mark Rylance- Christian Bale

Gelelim, gecenin en belirsiz, çekişmeli kategorisine. Bale, Hardy, Stallone, Rylance derken hangi birini öne çıkaracağını şaşırıyor insan. (Ruffalo'yu mevzu bahis etmedim, bence şansı zaten yok)

Stallone Altın Küre'yi, Rylance Bafta'yı kaptı. Bafta'yı da Stallone alsaydı, belki sonuç belli derdik ama şu durumda terazi dengede duruyor. Gönlüm Rylance'dan yana. Öte yandan Christian Bale'in de performansı göz ardı edilmeyecek gibi.

Yalnız burada asıl bahsedilmesi gereken ise, Steve Carell'in yokluğu. Mutlaka adaylığı alması gerekirdi.

En iyi görüntü yönetimi
Kim alır: Emmanuel Lubezki/ Kim almalı: Emmanuel Lubezki

Valla inanmak güç ama Lubezki üçlemeye doğru gidiyor. Hak ediyor da. Ödül ondan seker mi? Zor ama eğer sekerse de muhtemelen John Seale'a gider.

En iyi kurgu:
Kim alır: The Big Short/ Kim almalı: The Revenant

The Revenant, bence kurgusu da yabana atılmayacak cinsten bir film. Gerçek hikayesini bilenler zaten, o hikayeden nasıl epik bir film çıkarılmış, iyi biliyorlar. 160 küsür dakika boyunca, durağanlaşmaya çok müsait bir film, bu yalpalamayan kurguyla izleyiciyi sürekli diken üstünde hissettiriyor.

The Big Short alır dememin sebebi ise, bahislerde yükselen The Big Short'u kurgu ödülüyle yetinmek durumunda bırakabilirler, eğer en iyi filmi The Revenant'in alacağını düşünürsek.

En iyi uyarlama senaryo:
Kim alır: The Big Short/ Kim almalı: The Big Short

The Big Short'un elinin güçlü olduğu bir başka dal. Hemen hemen rakibi yok gibi. Carol'u son derece seviyorum fakat senaryodan çok yönetmenlik mahareti bir iş olduğu için bu dalda şansı düşük.

En iyi orijinal senaryo:
Kim alır: Spotlight/ Kim almalı: Inside Out

İkisi de çok iyi filmler. Spotlight, genel kanının aksine benim çok sevdiğim bir film oldu. Fakat iş senaryoya gelince Inside Out'un yaratıcı zekası ağır basıyor. Umarım alır.

En iyi film müziği:
Kim alır: The Hateful Eight/ Kim almalı: Carol

Carol'u ve dolayısıyla Carter Burwell'i rakipsiz görüyorum ama muhtemelen ödül üstad Morricone'in olacak. Doğruya doğru, Morricone'ye bir üstad olarak saygımız sonsuz elbet ama o ödül Burwell'in hakkı.


En iyi animasyon: 
Kim alır: Inside Out/ Kim almalı: Inside Out

Inside Out'un en yakın rakibi Anomalisa'nın bile şansı epey düşük. Gecenin tartışmasız dallarından biri. Inside Out hak ettiği ödül alacaktır, almalı.

En iyi orijinal şarkı
Kim alır: Writing's On The Wall (Spectre)/ Kim almalı: Simple Song (Youth)

Writing's On The Wall, muazzam Simple Song'un yanında ilkokul bestesi kalıyor. Özellikle Youth'un etkileyici finaliyle birleşerek müthiş bir haz veren Simple Song keşke galip gelse.

Yabancı dilde en iyi film
Kim alır: Son of Saul/ Kim almalı: Son of Saul

11 kişilik bir futbol takımının sahaya rakip takım olmadan çıkıp boş kaleye ardı ardına golleri sıraladığını veya Russell Westbrook'un karşısına mahallenizin çaylak basketçilerinin dizildiğini düşünün. İşte Son of Saul bu kategoride bir Westbrook veya 11 kişilik takım gücünde.

Zaten kim rakip olacak? Mustang mi? En fazla kahkaha atarım.


Tahminler, istekler böyle. Heyecanı, keyfi bol bir ödül töreni olsun bakalım.
İyi seyirler şimdiden.

23 Şubat 2016 Salı

GEÇMİŞ TÜKENMİŞ, BİR AVUÇ ANI KALMIŞ BİZE

Bazen karşılaşıyoruz bir yerlerde veya telefonlaşıyoruz.
Uzun bir aranın telafisini yapalım diyoruz. Hayat meşgalesi, her birimizi sürüklemiş ayrı yerlere.
Eskisi kadar canlı olmasa da dostluğu tazeleyelim istiyoruz.

Eskiden yürüdüğümüz, masumiyetimizle koşturduğumuz sokaklardan geçiyoruz yine. Top peşinde koştuğumuz okul bahçeleri, kenarına oturup gazoz içtiğimiz kaldırımlar. Sanki anıların müzesi gibiler.
Onlar aynı, biz değiliz. Zaman çok şey almış, götürmüş.

Oturuyoruz bir yerlere. Hoş beş, klasik giriş cümleleri. Sen neler yaptın? Ben neler yaptım vs.
Konu eskilere geliyor sonra. İrtibatımızın kopup yittiği eski dostlara. Şundan haber aldın mı? O nerelere gitmiş falan filan.

Bir zamanlar aranda bir kaldırım veya birkaç yüz metre olan insanlarla şimdi kilometreler olması tuhaf. Sanki hala çıkıp seslensen, duyacaklarmış gibi. Ödevleri yapıp, sokağa çıkıp akşam ezanına kadar kan ter içinde koşturacakmışız gibi.

Ve anılara gidiyor zihnimiz. Yıllar öncesi.

55 ekran tüplü televizyonlarda, birbirimizin evinde film izlerdik. Evin annesi, salçalı ekmek yapardı veya o gün şanslıysak mantı bile yerdik.

Tabii serde sinefillik yok o zamanlar. Yönetmene, oyuncuya göre değil; türe, popülerliğe, mahallenin film dükkanındaki (sahi böyle bir meslek vardı bir zamanlar) sınırlı kataloga göre film seçtiğimiz yıllar.

Fight Club, içimizden birinin oflayıp poflamasıyla kapatmak zorunda kaldığımız Memento (Sonra kim sıkıldıysa mızıkçılıkla suçlardık onu. Hatta aramızda gizlice sözleşip, ertesi hafta ondan habersiz film izlerdik)
Çocuk aklımızla neyin duygusallığını yaşıyorsak artık, izlediğimiz Titanic pek hüzünlü gelirdi bize. Sanki geminin batacağı belli değilmiş gibi ekrana yalvarırcasına bakardık o heyecanla.

Kimimiz savaş, kimimiz komedi, kimimiz aksiyon, kimimiz dram severdi ama yine de bir ortak noktada buluşmayı becerirdik.

Hatırlar mısın? Bir gün Pal Sokağı Çocukları'nı okumuştum da, sonrasında sen dışarıya çağırmıştın. Benim surat beş karış, ismi küçük harflerle yazılan, er Nemeçsek'in kaderine üzülüyorum. Senin bir şeyden haberin yok.
Soruyorsun, ''Noldu oğlum? Anlatsana ya'' ısrarlarınla.
Çok detayına girmeden, anlatıyorum kitabı. Sen de merak ediyorsun, istiyorsun benden. (O baskı hala duruyor elimde. Tüm üstüne sinen anılarla)

Birkaç gün geçiyor, bu kez sen okuyup geliyorsun suratın beş karış. İçten içe artık dert ortağım var diye seviniyorum ben. Beraber yas tutuyoruz Nemeçsek için.

Hatta işi ileriyle taşıyıp kendimize bir arsa bile belliyoruz okulun arka tarafında, küçücük bir yer. Orada oynamaya başlıyoruz. Ha, bizim sonumuzda kitaptaki gibi trajik şeyler yok tabii, o ayrı.

Kah kahkahalar, kah hey gidiler eşliğinde anıyoruz tüm bu olup bitenleri, yaşanıp geçenleri.
Klasik hayret cümleleri, ''O kadar yıl olmuş mu ya'', ''Daha dün gibi'' ve benzerleriyle geçmişe ağıt yakıyoruz.

Aslında özlediğimiz çocukluk mu? Değil. Belli bir döneme değil de belli anılara odaklanmayı tercih ediyoruz biz galiba.

Neyse, yaşadığımız ana dönüyoruz. Kahve içip birer yetişkin olarak, eskileri konuştuğumuz bu ana.
İleride, bir 10 yıl sonra şimdiyi de mazide bırakıp anacağımız günleri hayal ediyoruz.
Gün gelecek, bugünler de bize çok eskide kalmış gibi gelecek. Şu anki netliği hatırlamayacağız bile. Kahvenin kokusunu unutacağız. Konuştuklarımızı ana hatlarıyla anca hatırlayacağız belki.
Belki de hiç bir araya gelip anamayacağız bile.

Bu yüzden içinde bulunduğumuz anı özümsemeye çabalıyoruz. Sanki kaçıp gitmesini engellemek ister gibi. Yıllar sonra da bu anı, bir rüya fluluğunda anmaktan korkar gibi.

Sonra nedendir bilinmez, susuyoruz bir süre. Önümüzde ne duruyorsa ona bakıyor gözlerimiz manasızca. Belki kelimeler tükeniyor, belki de biz tükeniyoruz.

Günün sonunda ayrılırken ''bir ara mutlaka haberleşelim'' tarzı beylik, samimiyetsiz cümlelerden özellikle imtina ediyoruz. Zaten biliyoruz ki o ''bir ara'' belki de uzun zaman gelmeyecek.
Sarılma, vedalaşma, iyi dilek faslı ve kapanış.
Herkes yoluna dönüyor.

Bir de bakmışsın o yollarda kan ter içindeki tişörtleriyle eve yollanan çocukların yerini iki ayrı yöne giden iki yetişkin almış.


21 Şubat 2016 Pazar

66. ULUSLARARASI BERLİN FİLM FESTİVALİ

66. kez düzenlenen, Uluslararası Berlin Film Festivali, dün akşamki ödül töreniyle kapanışı gerçekleştirdi.
Jüri başkanlığını bu yıl Meryl Streep'in üstlendiği ve Lars Eidinger, Nick James, Brigitte Lacombe, Clive Owen, Alba Rohrwacher'dan oluşan Uluslararası Jürinin Altın Ayı tercihi Gianfranco Rosi'nin filmi Fuocoammare'ye gitti.

 İtalya'nın Afrika'ya en yakın noktası Lampedusa adasındaki sığınmacıları ele alan "Fuocoammare",
sadece iki dakikalık kesitiyle bile bende yeterince merak uyandırdı. Bu yıl merakla bekleyeceğim filmlerinden biri olacak. Muhtemelen ülkemizde vizyon şansı görmeyecek olsa da, umudumuz elbette Filmekimi kapsamında gösterilmesi.

Gecenin ödül listesi ise şöyle oluştu:

En iyi film (Altın Ayı): Gianfranco Rosi/"Fuocoammare"
Jüri Büyük Ödülü: Danis Tanovic/”Smrt u Sarajevu”
En iyi yönetmen: Mia Hansen-Love/”L’avenier”
En iyi kadın oyuncu: Trine Dyrholm/ “Kollektivet”
En iyi erkek oyuncu: Majd Mastoura / “Inhebbek Hedi”
En iyi senaryo: Tomasz Wasilewski/”United States of Love”
En iyi sanatsal performans (Kamara): Mark Lee Ping-Bing/”Chang Jiang Tu”
Alfred Bauer Ödülü: Lav Diaz/”Hele Sa Hiwagang Hapis”
En iyi ilk film: Mohammed Ben Atia/”Inhebbek Hedi”
En iyi kısa film(Altın Ayı): Leonor Teles/“Balada de um Batraquio”
FIPRESCI Jüri Ödülü: “Danis Tanovic/”Mort a Sarajevo”
Caligari Film Ödülü: Tamer El Said/”In the Last Days of the City”
Uluslararası Af Örgütü Ödülü: Gianfranco Rosi/Fuocoammare ve Mehrdad Oskouei/”Royahaye Dame Sobh”
Barış Film Ödülü: “Maher Abi Samra/”Makhdoumin”


20 Şubat 2016 Cumartesi

SİNEMADA ''KORSAN'' MESELESİ ÜZERİNE BİRKAÇ SORU

- Çok uzağa gitmeyin, üç büyük şehir dışına çıkın (Hadi bir de Başka Sinema'nın varlığını sürdürdüğü bir iki şehri daha çıkarın), sıradan bir Anadolu kentindeki sinemasever, sinema salonlarında, görmek istediği filmlerden kaçını izleyebiliyor?

- Bu eleştiriyi yapanlar, bu Anadolu gerçeklerine ne kadar aşina? Yoksa İstanbul dışına çıkmadan mı bu yorumlarda bulunuyorlar?

- Orijinal dvd/blu-ray film fiyatları ortadayken, bir öğrenci veya yoksulluk sınırının az biraz üstünde gezinen bir çalışan (Türkiye yoksulluk sınırı 2231 tl) ayda kaç film alabilir?

- Ayrıca bu söz konusu sanatsal filmler ülkemizde ne zaman dvd formatında satışa çıkıyor veya çıkabiliyor mu?

- İllegal dediğimiz yollardan film izlediği için eleştirilen, hırsız muamelesi yapılan kitleyi, sanki hiç sinema salonuna adım atmıyormuş veya elinden geldiğince festival kovalamıyormuş gibi bir genellemenin içine sokmak hastalıklı bir eleştiri değil de nedir?

- Kaç kişi, bu iillegal otamlar dışında bulunmayan, ülkemize uğramayan filmleri yurtdışındaki festivallerde, yerinde izleyebiliyor?

- Peki, tüm bu yapılan eleştirilerden yola çıkarak, ülkemizde sinema, ısrarla ''elit'' bir zümrenin tekeline geçirilmeye mi uğraşılıyor? Peki, böyle bir çaba yok diyorsanız, öyleyse bu sert dilli eleştirilerin açıklaması ne olabilir?

- Sinema gibi toplumun her kesimine ulaşabilmesi, ulaştırabilmesi gereken bir sanat, daha henüz ülkenin her yerinde bile yokken, kültür-sanat alanında bütün sorunlarımız bitti de bunları mı tartışacağız? Yeri ve zamanı mı bu eleştirilerin? Cidden tüm bu sinemaseverlerin elinde bütün imkanlar vardı da bu kitle ısrarla illegal ortamları mı seçti yani?

-İnsanların film izleme yöntemlerine göre, sinemaseverlikleri, sinema bilgileri sorgulanabilir mi?
Her şeyden önce böyle bir ithamda bulunmak, naif ifadeyle bir ''nezaketsizlik'' değil midir?

Eğri oturup doğru konuşalım. Önce bu soruların cevaplarını dürüstçe verelim, sonra bu konuda sağlıklı bir tartışma zemini oluşturabiliriz.

19 Şubat 2016 Cuma

30. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE, TEZER ÖZLÜ

Şu sıralar Tezer Özlü'nün Milliyet Sanat'daki yazılarından oluşan, Sezer Duru'nun hazırlamasıyla Yky'den Ocak 2014'te çıkan "Yeryüzüne Dayanabilmek İçin" isimli son kitabını okuyorum.

Dün, yine kitaba devam ederken, bir süre sonra internette gezindim ve acı bir tesadüftür ki, aklımdan çıkıp gitmiş, dün Tezer Özlü'nün 30. Ölüm yıl dönümüymüş.

Kısacık ömrü, maalesef ardında fazla eser bırakmasına mani oldu Özlü'nün.
Bize kalansa, anılarıyla, dünyayla olan hesaplaşmasını yazdığı o hüzünlü, naif satırları kaldı.

Çağdaşı bir okuru olmayı isteyeceğim yazarlardan biriydi. Ne yazık ki ardında bıraktıklarıyla yetinmek kaldı elde.
Mekanı cennet olsun.

17 Şubat 2016 Çarşamba

BİR YAZAR BİR KİTAP: KADINSIZ ERKEKLER

''Bir gün sen de kadınsız erkeklerden olacaksın. O gün en ufak bir uyarı, küçücük bir ipucu vermeden; önsezi olarak hissettirmeden ya da içine doğmadan; kapını çalmadan, hiç beklemediğin bir anda seni bulacak. Bir köşeyi döndüğünde, aslında çoktan oraya varmış olduğunu anlayacaksın. Geriye dönmek mümkün olmayacak. O köşeyi bir kez dönünce, orası artık senin için mümkün olan tek dünya olacak. O dünyada sen kadınsız erkeklerden biri olarak anılacaksın.

Hep bu soğuk çoğul eki ile...

Bir kadının özlemini çeken, yasını tutan; bir kadın tarafından aldatılmış, terk edilmiş olmanın acısıyla yaşayan, aşkla kendinden vazgeçen erkeklerin öyküleri…

Haruki Murakami’den aşka ve kadınlara yazılmış yedi ağıt…''

Japon Edebiyatı'nın yaşayan usta kalemi Haruki Murakami bu kez satırlarına erkekleri konu ediyor. Bir şekilde hayatından kadın izi silinmiş veya bilinçli yalnızlığı tercih etmiş erkeklerin öykülerini anlatıyor. Toplam yedi öyküden oluşan kitaptaki kimi öykülerinde tamamen gerçekçi bir havaya bürünürken kimisinde ise yine alışıldık sürrealist anlatımını konuşturmuş Murakami.

Kesinlikle okunası bir kitap.

16 Şubat 2016 Salı

''SON OF SAUL'' BU CUMA VİZYONDA

2015'in en heyecan verici işlerinden, Türkiye prömiyerini, Filmekimi kapsamında gerçekleştiren 1977 doğumlu Macar yönetmen Lazslo Nemes'in ilk yönetmenlik deneyimi ''Son of Saul'' (Saul'un Oğlu) bu cuma Başka Sinema kapsamında vizyona giriyor.

Coen Biraderlerin jüri başkanlığını yaptıkları 68. Cannes Film Festivali'nde Grand Prix ödülüne layık görülen film, o günden bugüne Dünya Sinemasında oldukça ses getiren bir yapım oldu.

En son, Altın Küre'de ''Yabancı dilde film'' ödülünü alan yapım, Oscar'ın da en büyük favorisi konumunda.

Peki, öncelikle Son of Saul'u bu kadar özel kılan ve soykırım filmleri arasında ayrı bir yere konumlandıran yanı ne?
Elbette türe getirdiği farklı bakış açısı ve yenilikçi, hatta ''heyecan verici'' olarak tanımlayabileceğimiz bir yönetmenlik anlayışı.

Yıllardır, sinemanın vazgeçemediği ve bu alanda birçok başarılı örnek de izlediğimiz Yahudi Soykırımına dair belki anlatılmayan bir şey kalmadı diye düşünebilirsiniz ancak işte Son of Saul tam da bu noktada türe yeni bir soluk katıyor.
Hem de Schindler's List, The Pianist, La vita è bella gibi Oscar'lı, meşhur yapımların olduğu bu türde,
tamamen kendi imzasını atan ve bu ismi geçen filmlere öykünmeyen, orijinal bir yapım olmayı başarıyor. Bu yanıyla da kesinlikle takdir edilesi.

Her şeyden önemlisi, herhangi bir unsuru ajitasyon aracı olarak kullanmayan (ki kullanılmaya çok müsait olan bir türde), dramatik ögeleri seyircinin gözüne sokmadan, derdini, işlediği vicdan meselesini keskin bir anlatımla sunan bir film. Rahatsız edici olmayı başarıyor mu peki? Kesinlikle.

Büyük bir yıkımın, savaşın ortasında, bir soykırım kampında esir olan Saul'un ( Géza Röhrig) bütün tehlikeleri göze aldığı, tek bir basit ama zorlu bir amacı vardır: Ölen bir çocuğu toprağa gömebilmek.  Tamamen böyle bir vicdan öyküsünü merkezine almasıyla bile zaten farklılığını belli eden Son of Saul, yönetmenin bütün olup biteni Saul'un omzundan aktaran ve böylelikle izleyiciyi de filme dahil eden merceğiyle oldukça benzersiz, sarsıcı bir deneyim sunuyor.

Bu cuma, mutlaka bu filme vaktinizi ayırın ve 2015'in parmak ısırtan, en yenilikçi işlerinden birine şahit olun.

15 Şubat 2016 Pazartesi

BİR YAZAR BİR KİTAP: MERHUME

''Bir gün, öyle bir an geldi ki, kötü biri olmaya karar verdim. Taştan bir kalple kurtulurum sandım. Ama çok geçti artık, tüm vakitlerin sahibi silahına benden önce davranmıştı, şahane bir tebessümle bastı tetiğe, kurtulamadım, günaha girdiğimle kaldım.
Şimdi önümarkamsağımsolumüstümbaşımyüzümgözüm tövbe...'

''Olayı çözsen de kaderi değiştiremezsin. Beyhudelik zindanından çıkamazsın. Bunu sen de biliyorsun.''
Kült romanlar Tol ve Har’ın yazarı Murat Uyurkulak’tan tehlikeli bir eser: Merhume. İlk harfinden son harfine dâhiyane buluşlarla dolu… Hali pürmelalimizi deşifre eden bir macera! Zifirî karanlıkta yalnız olmadığını, çığlıkları duymaya başladığında anlayacaksın! ''

Bumerang - Yazarkafe