28 Nisan 2015 Salı

SİZİN SÜPER KAHRAMANINIZ KİM?

Dünyayı kurtarmaya nereden başlamalı?

Bir sohbet esnasında yöneltilen bu soruya hazırlıksız yakalandım bugün. Öyle pat diye cevap verilemeyen veya çok satan kişisel gelişim kitaplarının sayfalarından fırlama bencil cevaplarla geçiştirilemeyecek bir soru aslında.

Bu soru, bende gün boyu ardı arkası kesilmeyen anektodları, düşünceleri de beraberinde getirdi.
Nedendir bilinmez, süper kahramanlar geldi aklıma. Doğru ya, dünyayı kurtarmak belki de sıradan fanilerin görevi değil, bizim gibi güçsüz olmayan hayali süper kahramanlarımızın görevidir.

Çocukluk döneminde; hayatının bir ucu çizgi romanlara dokunmuş,  Dc Comics, Marvel logolarına aşina olan, evde kendine pelerinler yapıp, 90-100 m2'lik evin içinde dört dönüp dünyayı kurtaran hangimiz sevmedik ki süper kahramanları?

Herkesin bir favori kahramanı olmuştur mutlaka. Açıkcası benim için de bu arenada hep iki isim ön plana çıktı: Batman ve Superman
Kripton'dan gelen Superman'i de benimsemiş olsam da ben en çok Batman'i sevdim. Ruhumun bir yerlerinde kaybolmayan çocuk, hala Batman'i sevmeye devam ediyor.

Peki şöyle sorsak; Dünyayı hangi süper kahraman kurtarmalı?

İlk olarak favorim Batman üzerinden cavaplayayım bu soruyu.
Batman diyorum çünkü her şeyden önce Batman tamamen ''insani'' özelliklere sahip. Diğer süper kahramanlar gibi herhangi bir fantastik özelliği yok. Bu yüzden daha gerçek, herkesin kendinden pay bulabileceği bir şeyler var Batman'de. Ben de bu yüzdendir ki Batman'i çok sevdim.

Başına gelen ve her insanın başına gelebilecek olan travmatik bir olaydan yola çıkarak hayatı boyunca adalet duygusuyla hareket eden bir kahraman. Adalet, Batman'i Batman yapan şey.

Dünyayı tamamen saf kötülük duygusundan arındıramayacağını biliyor. Sınırlı özelliklerini biliyor, düşmekte olan bir uçağı tutamayacağının farkında ama en azından yeryüzündeki birkaç kötüyü durdurarak daha iyi bir yer haline getirebileceğinin de farkında.

Tüm bu sebeplerden Batman son derece ideal bir süper kahraman.

Peki ya Superman açısından bakarsak?
Onun için de hiç küçümsenecek argümanlar yok. Bir kere son derece güçlü. Bu da onu sevenlerinin gözünde ideal süper kahraman yapıyor.
Belki de bu dünyayı ancak Superman gibi bu gezegenden olmayan, insani tarafına kolay kolay yenilmeyen bir kahraman iflah edebilir. Belki de bunu benim gibi Batman düşkünü biri bile kabul etmeli.

İçinde bulunduğumuz kirli dünya, zaten yerlileri tarafından yeterince kirletilmişken pek ala neden bir Kriptonlu bu dünyaya çekidüzen vermesindi?
Burada baktığımız zaman Superman bir ''Kurtarıcı Mesih'' rolüne tam oturuyor sanki desek yanlış olmaz.

Ancak bu noktada şunu da sormak isterim Superman fanatiklerine: ''Bu Dünyadan olmayan biri, bizi ne kadar tanıyabilir?'' İnsani tanımayan biri, bu Dünyayı kurtarmaya muvaffak olabilir mi?
Bu da Superman'in dezavantajı benim gözümde. Eninde sonunda bir gün buralardan çekip Kripton'a gitmek istemez mi?

Görüldüğü üzere, benim için terazide Batman ağır basmaya devam ediyor.

Peki, sizin Süper kahramanınız kim?

26 Nisan 2015 Pazar

BİR YAZAR BİR KİTAP: ANGELA'NIN KÜLLERİ

''Ekonomik kriz sırasında, Amerika'ya yeni gelmiş bir göçmen ailesinin çocuğu olarak, Broklyn'de dünyaya gelen ve İrlanda'nın Limerick kentindeki yoksul mahallelerde büyüyen Frank McCourt'un anıları böyle başlıyor. 

Frank'ın babası Malachy, genellikle çalışmadığı, çalıştığı zamanlar da aldığı parayı içkiye yatırdığı için, annesi Angela'nın çocuklarını bakıp besleyecek parası yoktur. Ancak aynı Malachy, sorumsuz ve garip bir adam olmasına karşın, Frank'in hikâye yazma yeteneğini ortaya çıkacaktır. Frank, babasının, İrlanda'yı kurtaran Cuchulain hakkında anlattığı hikâyelerle, annesine bebekler getiren, Yedinci Basamaktaki Meleğin hikâyesiyle beslenerek büyür. Belki de Frank'in hayatta kalmasının nedenidir bu hikâye . Frank, paçavralar giyerek, Noel yemeği için domuz başı dilenerek, ateş yakmak için sokak kenaklarından kömür toplayarak, yoksulluğa, açlığa ve akrabalarıyla komşularının umursamaz zalimliğine katlanır. Katlandığı gibi, hakâyesini, yaşama sevinciyle dolu, olağanüstü bağışlayıcı ve etkili bir dille anlatmak için sağ kalır.

Her sayfası, Frank McCourt'un şaşırtıcı ve sevencen mizahı ile dolu olan Angela'nın Külleri, bir klasiğin tüm belirtilerini veren muhteşem bir kitap. Why Should You Doubt Me' (Benden Niye Kuşkulanasın ki?) isimli kitabın yazarı, Mary Breasted'in dediği gibi, 'Frank McCourt'un kitabı çok dokunaklı, çünkü insanın yüreğini dağlayan hikayesi gerçek. Hiç kimse, hiçbir zaman yoksullukla çocukluğu böyle anlatmadı. Frank McCourt'un hikaye yazmak için sağ kalması insanı hayrete düşürüyor. Böylesine bir pislik ve sefaletten, kusursuz bir başyapıt yaratabilmiş olması da az mucize değil' ''

Sinemaya da uyarlanan ''Angela'nın Külleri'' sadece bir dönemin İrlanda'sına, Dünyasına toplumsal bellekten bir bakış değil, aynı zamanda çocukluğun puslu hatıralarına  kara mizahi bir dille yaklaşan, her şeye rağmen bir umudun nelere kadir olabileceğini gösteren, McCourt'un belleğinden süzülen buruk bir anlatı.

24 Nisan 2015 Cuma

GÜNEŞLİ BİR NİSAN GÜNÜNDE KURT COBAIN'E...

Güneşli bir nisan günü.
Enerjik, canlı şeyler dinlemek için güzel bir öğleden sonrası.
Kulaklığımda, her dinlediğimde iyi hissettiğim Nirvana şarkısı: ''Drain You''

Kurt Cobain'in de pek sevdiği, kendi deyişiyle ''en az Smells Like Teen Spirit kadar potansiyel taşıyan'' ama onun kadar hit olmamış şarkısı.

Dinlerken birden duraksıyorum. Garip bir düşünce dolanıyor zihnimde. Buruk bir gülümseme geliyor arkasından.
Severek dinlediğim, hayat veren bir şarkının müzisyeninin ironik bir şekilde 27'sinde kendini öldürerek dünyadan ayrılmayı seçmesi... Benim onun şarkılarını dinleyerek güneşli bir nisan gününü selamlıyor oluşum.

Hayat ironilerle dolu, evet ama şüphesiz unutulmayacak olanlarından biri de varsa o da 90'larda bir döneme sarı parlak saçlarıyla, asi gençliğin simgesi olarak görülmesiyle, (ki aslında kendisinin de böyle anılmaktan nefret etmesiyle), Grunge tarihine olan kısa ama unutulmayacak olan katkılarıyla Kurt Cobain'dir.

Her güneşli nisan günü biraz Cobain'i aımsatır.
Gecikmiş bir yıldönümü yazısıyla selam olsun..

Kurt Cobain (20 Şubat 1967- 5 Nisan 1994)

22 Nisan 2015 Çarşamba

BİR KONSER, BİR ŞEHİR

Şehrin bir yerinde bir konser var.
Şehrin çoğunun haberi yok belki de. Konser mekanının önünden habersizce geçip gidebiliyorlar.

Sadece o mekanda bulunan; şehrin belki 100'de 1'i etmeyecek, heyecanlı bir kitle o konsere tanıklık ediyor.

Şehre yağmur yağıyor belki o an, belki de hava son derece sakin. Bir müzisyen gelmiş o akşam şehre.
Birkaç saatliğine. Şehrin çoğunluğunun haberi yok. İsmi afişlerde yazılı. Meraklısı olan biletini almış, olmayan umursamamış, geçmiş.

Şehir halkının yürüdüğü sokaklardan yürüyor belki de o müzisyen konsere giderken. Aynı şehrin havasını soluyor sakinleriyle birlikte. Düşününce tuhaf bir duygu aslında.
Hayranı olduğun, bir iki saat de olsa dinlemek için sabırsızlandığın kişi, senin yürüdüğün kaldırımlardan geçti belki de. Aynı yağmur damlalarından nasibini aldı belki. Aynı pastanenin, aynı garsonun belki de tam önünden geçti.

Sonra bir de haberi olup da o konsere gidemeyenler de var. O mekanda bulunan bir avuç kişiye imrenen. Birtakım sebeplerden ötürü orada olamayan ''ötekiler''.

Fazla mesaiden, ailevi sebeplerden veya bir başka engellerden dolayı gelemeyenler, belki kendini stüdyo kaydı albümlerle avutmaya çalışanlar.

Konser saati geldiğinde, müzisyen mikrofona uzandığında, alkış kıyamet koptuğunda, o anı, o mekandan uzakta, kafasında tasavvur etmeye çalışanlar.

Birkaç saat sonrasında veya ertesi gününde. O mekan boşaldıktan, konser bitip de hatıra fotoğrafları çekildikten saatler sonra. Müzisyen şehirden ayrıldığında izi hemencecik kaybolmaz.
Duvarlarda asılı afişleri kalır bir süre daha. Gidemeyenler o afişlere bakıp bir süre daha iç çekerler belki de.

Müzisyenin şehirdeki ayak izlerini hayal ederler belki de. O afişlerle beraber şehrin dokusuna sinmiş izler. Belki yırtılıp atılmış konser biletleri,  belki o geceye dair sosyal medyada dönen fotoğraflar.

Şehir aynı şehir olarak hayatına devam eder belki, trafik aynı akışında ilerler ama o konserin tanıkları da, gidemeyenleri de akıllarına kazırlar o günü.

Bir konser şehri değiştirmez, belki çok konuşulmaz ama her zaman akıllarına kazıyan sessiz tanıkları vardır o şehrin bir muhitinde oturan.

19 Nisan 2015 Pazar

BİR PAZAR KAHVALTISI ANCAK BU KADAR YALNIZLIK KOKABİLİRDİ

Kendinle kavgalı birisin.

Bu pazar da yine iç sesinle kavga ederek uyandın. O, ''Yat, zıbar. Ne diye pazar sabahı 8'de kalkarsın?'' diye söylendi sana. Seni ise uyku tutmadı. Biraz mücadele ettin yatağın içinde, döndün durdun. Nihayetinde kalktın yataktan. Yine kendinle kavga ederek.

Elini, yüzünü yıkadın. Aynada kendine baktın, yine beğenmedin kendini. Acaba beğenmediğin neydi? Aynada gördüğün yüz mü? Yoksa yüzüne yansıyan ruh hali mi? Neyse boşver. Zaten sabah sabah aforizma kaldıracak halin yok. Ne o öyle uykulu uykulu?

Bir kahve yaptın kendine. Hazır, çözünebilir kahvelerden. Bu hafta filtre kahve makinesi alacaktın sözde, pinti herif. Unuttun yine ya da unuttun demeyelim de erteledin. Neyse, bu kahve de idare ediyor seni. Tipik bir Amerikan ailesinin sabahını hissettirmeye yetiyor bir bardak kahve.

Eh, bu Amerikanlık televizyonu açana kadar tabii. Onların karşısına Barack Obama çıkarken senin karşına... Ops! Otomatik sansür.

Kanallar arasında gezindin. Haber kanallarının saat başı ısıtıp ısıtıp verdikleri bayat haberler, siyasilerin mekanikleşen söylemleri, reklamlarda makinesi bozulan ev hanımına yanında kamerayla şıp diye damlayan tamirciler, çocuklar için pazar sabahı kuşağı, hangi ünlü hangi mekanda takıldı falan.. Pazar sabahı 8.30'da hangi ünlünün nerede takıldığını niye merak eder ki insan allasen?

Peki ya şu haber kanallarına ne demeli? Her saat başı aynı haberleri, birkaç cümle değiştirip aynen yayınlamak nedir? Tamam gündemi günden güne değişen, biraz hızlı bir ülkeyiz de saat başı da aynı haberleri izleyecek kadar gündem delisi değiliz yahu!? Bizi siz delirttiniz. Neyse.

Kimse izleyicinin sabrını test etmeye kalkmasın!

Sen de zaten sabredemedin, kapattın. Kahve de soğudu, ona canın sıkıldı. Nefret edersin mikrodalgada ısıtıp tekrar içmekten. En güzeli sıcakken içmek. Değdi mi şimdi kanallar arasında zaplamaya?

Kalkıp kahvaltı hazırlamak istedin. Komşu Hayriye Abla'dan gelen sigara böreği kokuları eşliğinde. Bir umut, "Acaba bana da, kokusu gitmiştir diye düşünüp getirir mi bir tabak?" diye düşündün. Sonra buzdolabına yöneldin. Menüyü hazırlamaya başladın. Tek kişilik peynir, tek kişilik zeytin, tek kişilik dünden kalan börek. Börek dediysek yanlış olmasın, ev yapımı değil, bildiğin pastaneden alınmış börek. Zaten bu eve ev yapımı bir şey gireli çok zaman oldu.

Böyle yavan yavan olmaz deyip bir de sucuklu yumurta yapmak istedin. Sigara böreğinin dayanılmaz kokusunu bastırmak için. Sucukları doğradın, bir güzel dizdin tavaya. Üstüne yumurtayı da kırdın.
Ocağa tek kişilik çayını koymayı da ihmal etmedin.

Bu arada bekledin, çay olana kadar acaba Hayriye Abla börek getirir mi diye ama getirmedi. Varsın getirmesin, komşu komşunun sigara böreğine de muhtaç olmayıversin.

Hazırlık tamam. Çayı koydun sofraya, yine yakıp beceremediğin çok yanmış sucuklu yumurtan tamam, yalnız bir pazar kahvaltısının olması gereken cıvıltısı eksik. O da varsın olmasın, teknoloji nelere kadir. Açarsın akıllı telefondan bir türkü. Birileri sana sesiyle yoldaş oluverir.

Çayını karıştırıp bir güzel kahvaltıya giriştikten sonra ikinci keyif çayını içerken Neşet Baba dinlemek istedin. Açtın, başladı sesi yankılanmaya. ''Cahildim, dünyanın rengine kandım'' derken bir 20 yıl daha yaşlandın.

Çay kesmeyince, çıkardın dolaptan bir 70'lik. Koydun önüne, fonda ''Haydar Haydar'' var bu sefer.
Kadehi karşındaki boş koltuğa kaldırdın, yalnızlık sinen duvarlara, bir çift ayak izinden başka şeyin olmadığı halılara, lavabodaki birikmiş tek kişilik bulaşığa.

Bir pazar kahvaltısı herhalde ancak bu kadar yalnızlık kokabilirdi.

Ha, bu arada Hayriye Abla hala gelmedi. Zaten doydun da... Geriye kesif bir börek kokusu, bir de bağlamanın sesi kaldı odanın içinde.

15 Nisan 2015 Çarşamba

BİR YAZAR BİR KİTAP: MAHİR ÜNSAL ERİŞ'DEN ''DÜNYA BU KADAR''

2012 yazında çıkardığı ilk kitabı ''Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde'' ile takipçisi olup ardından ''Olduğu Kadar Güzeldik'' ile öykülerini severek okumaya devam ettiğim Mahir Ünsal Eriş'in üçüncü kitabı ''Dünya Bu Kadar'' İletişim Yayınları'ndan bu hafta taze taze çıktı.

Bu kez ilk iki kitabının aksine roman formatında karşımıza çıkan yazar, kitabın arka kapak yazısında da yazıldığı gibi yeni bir mecra, yeni bir dil serüveni ile karşımızda.

''Radyonun sesi duyulmaz, bağ evinin ışığı görünmez olunca ara ara duyulan kesik inlemeler geldi kulaklarına. Fikret korktu. Bok vardı gecenin bu saatinde bu saçmasapan şeylere kalkışacak, hem de iki şişe büyüğü gözünün yaşına bakmadan bitirmişken. Sesi Hilmi de fark etti. “Hocam, bu hayvan inlemesi mi, birileri iş mi tutuyor yoksa bağlık arasını bulmuş da?” diye sordu. Hocam diyerek ikisini de ortalamaya çalışmıştı. “Baykuştur,” dedi Koço. “Bazı baykuşlar böyle inler gibi ses çıkarır, korkmayın,” Hilmi bozuldu, “Yok Üstat, korktuğumuzdan değil de, olmadık bir şeye denk gelmeyelim şimdi gece vakti.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ve Olduğu Kadar Güzeldik kitaplarıyla sevdiğimiz Mahir Ünsal Eriş, bu kez bir romanla, başka bir dil deniyor. Sesleri, hatıraları, tesadüfleri, yeşil ve alabildiğine geniş fındık bahçelerini, deniz kıyısını, ipince ipeksi dantelleri, pervaneleri, hasreti, haseti, heba edilmiş yılları... Kör kuyuları, bir nakkaş gibi birbirine teyelleyerek hikâyeleri, ay karanlığını, defineleri, haritaları işliyor; yavaş yavaş anlatıyor üstelik, gülerek kıkırdayarak, kıpır kıpır... Uzakta, bozkırın ortasında, bir kayısı bahçesinde birileri kafa çekip, tütün sarıyor...

Dünya Bu Kadar, çarpa çarpa geceye ışıl ışıl hikâyeler bırakıyor. Yeni roman, işte gökyüzü...''

14 Nisan 2015 Salı

BİR TAVSİYE BİR FİLM: DETACHMENT

Bugün kendi kuşağının en iyi aktörlerinden biri olarak gördüğüm Adrien Brody'in 43. doğum günü. Hazır doğum günüyken, bugüne bir Adrien Brody filmi tavsiye etmek istedim: Detachment

Detachment; Brody filmografisindeki kanımca en depresif filmlerden biri. 
Etkileyici anlatım dili, birçok soruna parmak basan güçlü senaryosu Brody'in başroldeki unutulmaz performansıyla birleşince ortaya çok iyi bir kompozisyon çıkıyor.

Detachment; henüz izlemediyseniz daha fazla ıskalamamanız gereken bir yapım.


12 Nisan 2015 Pazar

BİR YAZAR BİR KİTAP: LATİN AMERİKANIN KESİK DAMARLARI

''Beş yüz yıldır topraklarındaki zenginlikler nedeniyle kesintisiz bir yağma ve saldırıya maruz kalan Latin Amerika'nın hikâyesi; bütün insanlığın güç ve iktidar ilişkilerinin, emperyalist politikaların, savaşların altındaki nedenlerin, baskı karşısında mayalanan öfkenin, isyanın ve acının özetidir. 

Altın, inci, kalay, gümüş gibi madenlerin; kakao, şeker kamışı, muz, pamuk gibi tarım ürünlerinin fışkırdığı bereketli topraklar, halkların yoksulluğunu doğurmuş, her daim başka kıtaların ihtiyaçlarını karşılamak üzere kimi zaman işgal, çoğu zaman da kukla yönetimler aracılığıyla talan edilmiştir. Üstelik saldırganlar hiçbir zaman niyetlerini gizleme ihtiyacı da duymamıştır. Meksika'nın fethi sırasında Hernán Cortés'in yardımcılığını yapan Bernal Diaz del Castillo şu sözlerle bunu açıkça ifade eder: "Tanrı'ya ve hükümdarımıza hizmet için geldik biz buraya. Fakat aynı zamanda, buradaki zenginlikler için de geldik." Köle taşıyan gemiler belki artık okyanusu geçmiyor ama köle tüccarları Çalışma Bakanlığı aracılığıyla işlerini sürdürmeye devam ediyorlar.

Yağma ve talanın olduğu yerde elbette direniş de var; Latin Amerika tarihi aynı zamanda Tupac Amaru'dan Hidalgo ve Morelos'a, Simón Bolivar'dan José Artigas'a, Zapata'dan Castro ve Che Guevara'ya kadar bugünümüze de ilham veren birçok ismin öncülüğünde gelişmiş bir ayaklanmalar tarihidir. Eduardo Galeano bu hırs, talan, yağma, kan, gözyaşı ve direnişle harmanlanmış yüzyılların dökümünü her zamanki sade ama çarpıcı diliyle kayıt altına alırken, belleklere kazınması gereken bir gerçekliğin altını kalınca çiziyor, bugünü anlamanın ipuçlarını incelikle satırlara döküyor, sömürüye karşı öfke kadar umudu da büyütüyor…''

10 Nisan 2015 Cuma

BİR KEZ DAHA ''DOĞA İÇİN ÇAL 6''

5. çalışmadan bu yana iki yıl geçmişti. Severek, tekrar tekrar dinlediğimiz 5 çalışmadan sonra yeniden döndüler.

Güzel insanların güzel projesi: ''Doğa İçin Çal 6'' 

Bu kez bizi Ege'ye götürüyor Doğa İçin Çal. Muğla ve Manisa yöresinin iki güzel türküsünü icra ediyorlar: ''Çökertme'' ve ''Ateş Attım Samana''

Gencer Savaş, İsmail Tunçbilek, Karsu Dönmez, Brenna Maccrimmon, Murat İlkan, Gülçin Ergül ve daha sayısız güzel ismin yer aldığı projeye eğer henüz kulak vermediyseniz bir an bile beklemeyin derim.

Bumerang - Yazarkafe