31 Temmuz 2014 Perşembe

BOYHOOD'DAN HABER VAR

Ancak filmi sabırsızlıkla bekleyen Türk sinemaseverler için iyi bir haber değil ne yazık ki...

Çekimleri 12 yılda tamamlanan Richard Linklater'ın 163 dakikalık son filmi ''Boyhood'' Türkiye'de !f İstanbul 2014'te kapanış filmi olarak gösterilmişti.

Aradan geçen süre zarfında filmi festivalde izleyemeyen, kaçıran sinemaseverler için şüphesiz en büyük merak konusu gösterim tarihiydi.

Bugün UIP Türkiye'den gelen habere göre ise Boyhood ülkemizde vizyona girmeyecek. Bu hayli üzücü gelişmede sonradan bir değişiklik olur mu (ki umarım olur) bilinmez ancak biz meraklılarının gözü hala bir umut film ile ilgili yeni gelişmelerde olacak.

30 Temmuz 2014 Çarşamba

BİR YAZAR, BİR KİTAP: KOPYALANMIŞ ADAM

''Tertuliano Máximo Afonso boşanmış, karamsarlık içinde tekdüze bir yaşam süren bir tarih öğretmenidir. Keyfi biraz yerine gelsin diye arkadaşlarının önerdiği bir filmi videoda izlemek üzere alır. Aynı gece evdeki gürültülere uyanınca filmin videoda kendi kendine oynadığını görür. Filmdeki figüranlardan biri kendisinin beş yıl önceki haline tıpatıp, ikiz gibi benzemektedir. Tertuliano bu adamın izini sürmeye çalışır; saplantıya dönüşen arayışının tedirgin edici, hatta dehşet verici sonuçlara ulaşacağını anladığında ve adamın kim olduğunu öğrendiğinde garip bir hikâye gibi başlayan olay, kimlik ve benlik üzerine karmaşık bir düşünceler silsilesine dönüşecektir. José Saramago'nun lirik bir anlatımla sunduğu bilinç akışı yöntemiyle okur, metropol yaşamının birey üzerindeki etkisini de bu olağanüstü hikâyenin katmanlarında buluyor. Kopyalanmış Adam sinemaya da Düşman adıyla uyarlanmıştır.''




21 Temmuz 2014 Pazartesi

HEP FİLMLERDE OLUR ZATEN

Saatine baktın: 16.15
Yetişmen gereken bir tren var 16.45'te kalkacak olan.

Yetişemezsen seyahati yarına ertelemek zorunda kalacağın bir tren. Aceleyle tıkıştırdın bavulu. Sağını solunu kontrol ettin, oraya buraya baktın. Yine de için rahat etmedi, bir şeyleri unutmuşsun hissi her yerini sardı. Panik oldun iyice ''ya yetişemezsem'' diye.

İki ihtimalin var: Arkana bakmadan aceleyle bavulu alacak ve trene yetişmek için can havliyle kaçarcasına koşacaksın ve trende bir şeyleri unuttuğun aklına gelecek ya da ikinci ihtimal; evi için rahat edene kadar kontrol edeceksin, bir şeyleri unutmadığından emin olacaksın ama o tren de içini rahat ettirmek pahasına kaçacak ellerinden...
Seç seçebilirsen. Seçtin de zaten. Çıktın hemen evden, bir taksi çağırdın.

Aksilik ya bugün her şey yavaş işliyor, zaman hariç. Taksici uyuşuk. ''Hadi artık be kardeşim, ilerle!'' diye haykırmak istiyorsun bol ünlemlisinden ama hep kibar oldun sen, en gereksiz anlarda bile. O yüzden o yürek de yok sende. Sustun, oturuyorsun, ayaklarını tedirginlikle sallayarak.

Sonunda varıyor taksi, planladığından geç bir vakitte. Uzatıyorsun parayı, aceleyle para üstünü alıp, fırlıyorsun taksiden. Tren garına girip perona koşturuyorsun elinde o an dünyanın yükünü taşıyormuşcasına ağır gelen bir bavulla. Bakıyorsun perona, giden gelen yok, bekleyen yolcular da yok. O an ölüm sessizliğini yaşıyorsun sanki. İçinden geçen şeyin gerçekleşmemiş olduğunu umarak yaklaşıyorsun görevliye.

16.45 trenini soruyorsun. Geç kaldığın için bunu hak ettiğini düşünen ters bir bakış atarak korktuğun cevabı veriyor görevli. O an yaşadığın sinir harbine rağmen teşekkür ederek ayrılıyorsun görevlinin yanından ama o sana bir ''rica ederim'' cümlesini bile çok görüyor.

Hani izlediğin filmlerde kahraman ne aksilik olursa olsun hep yetişirdi trene? Öyle şeyler hep filmlerde olur zaten. Sen hep yetişeceğini zannet.  

Klişeleri yıkan adam oldun sen zaten ama olumsuz anlamda.

Lisedeyken derslerin hep tepe taklaktı hani. Bir türlü aran iyi olmadı matematikle, geometriyle, coğrafyayla...
Eve hep korkarak karne götürürdün, bütün gerilim filmlerini kıskandıracak ürkütücü bir atmosferde.
Matematik öğretmenin seni rezil etmişti de annenin yanında, demediğini bırakmamıştı, ''bundan adam olmaz'' demediği kalmıştı bir tek.

Sen hep mucize bekledin, filmlerdeki o ucuz, mutlu klişeleri bekledin.

Bir gün gelecek okulun ezik, başarısız, hor görülen öğrencisi herkesi utandıracak ve büyük başarılara imza atacaktı ama olmadı değil mi? Bak, gördün mü? Öyle şeyler hep filmlerde olur zaten.
Hiçbir zaman derslerle aran düzelmedi. Her zaman seni kötüleyen matematik hocanı haklı çıkardın. Lise sonunda da küçük bir Anadolu kentinin üniversitesine kapağı zor attın. Okulun mezun olur olmaz unutulup gidecek silik öğrencileri arasında yerini aldın. Mezunlar listesinde bile soyadını yanlış yazmışlardı senin de onu bile kanıksamıştın artık.

Kaktın oturduğun banktan, yürüdün gişeye doğru. Yarınki 16.45 treni için bilet alacaktın. Gişeye ilerlerken senin yaşlarında güzel bir kadın gördün, belli ki o da bir başka trene yetişecek, elinde bir sürü dosya var, ıvır zıvır.

Aksilik bu ya çarpıştınız. Kadının elindeki dosyalar yere saçıldı. Hani bekledin ki beraber eğilirsiniz yere, sen ona yardım eder, dosyaları toplardın, tanışırdınız belki. Belki sohbeti öyle ilerletirdiniz ki gitme derdin ona, bırak tren gideceği yere varsın. Seninle kalırdı ya da giderdi belki ama tekrar aynı yerde buluşmak için sözleşirdiniz. Yıllar sonra karşılardınız belki. Before Sunrise'daki gibi. O filmi de pek severdin zaten.

Peki ne oldu? Hayal ettiğin gibi olmadı. Ne sen bir Ethan Hawke oldun ne de o bir Julie Delpy.
Kadın küfürler saçarak yardımını geri çevirdi. Seri ve sinirli hareketlerle topladı yerdeki dosyaları. Sen de küçük düştün, rezil oldun garın ortasında. Kimileri kahkaha attı. Kadın sana son kez sinirli bir bakış fırlattı, trene koştu.

Sen daha hayal et, öyle şeyler hep filmlerde olur zaten...


18 Temmuz 2014 Cuma

VİZYON GÜNLÜĞÜ: ''THE PURGE: ANARCHY''

Geçtiğimiz yıl vizyona giren The Purge; geleceğin distopik Amerikasında, yılda bir gün boyunca tüm suçların ortadan kalktığı, sokakların tekinsiz bir ortama dönüştüğü zaman dilimini korunaklı evlerinde güvende olduklarını düşünen bir ailenin gözünden anlatıyordu.

Orijinal fikriyle dikkatleri üzerine geçen James Demonaco filmi, her ne kadar bu fikrin orijinalliğini arkasına alsa da kısıtlı bir mekana hapsolması, senaryonun yetersizliği ile çok kötü dedirtmese de insanda ''çok daha iyi işlenebilirmiş'' düşüncesi uyandıran buruk bir his yaşatmıştı.

Tabii belli bir potansiyel taşıyan bu fikri bir film ile harcamak olmazdı. Nitekim beklendiği gibi aynı konsepte sahip yeni bir film, daha bir yıl geçmeden geldi: ''The Purge: Anarchy''

Fragmanı yayınlandığı günden beri ''The Purge: Anarchy'' ilk filme göre daha olumlu bir izlenim bıraktı. Gördüğümüz kadarıyla tam da ''kısıtlı mekan'' olayını ortadan kaldıran, bu kez fikri sokaklara taşıyan bir film var karşımızda. Bu da sevindirici bir durum.

Yönetmen koltuğunda ilk filmde olduğu gibi James Demonaco'nun oturduğu filmin cast seçiminde bu kez başrolde Ethan Hawke, Lena Headey gibi tanıdık simalar yerine başarılı bir seçim olarak duran Frank Grillo yer alıyor.

Bugün Abd ile aynı günde ülkemizde de vizyona giren film ile ilgili geçtiğimiz günlerde yapılan basın gösterimi sonrası beklenen yönde, oldukça olumlu yorumlar geldi. Bu açıdan da oldukça merak uyandırıcı olduğu söylenebilir.

İyi seyirler

14 Temmuz 2014 Pazartesi

BORGMAN

Bu haftanın kara mizaha da göndermeler sunan gerilim filmi olarak tanımlayabileceğimiz ''Borgman'' ülkemizde ''Bela'' adıyla vizyona girdi.

2013 yılında oldukça uzun bir aradan sonra Cannes Film Festivali'nde temsil edilen ilk Hollanda yapımı olan ve ülkesinin Oscar aday adayı da olan film, Hollanda sinemasının tanınmış isimlerinden Alex Van Warmerdam'ın 8. uzun metraj filmi olarak karşımıza çıkıyor.

Camiel Borgman; ormanın derinliklerinde toprak altında, insanlardan uzak, alışılmadık bir yaşam süren, kirli sakalları, saçları ve pespaye kıyafetleriyle karşımıza çıkan bir karakterdir.

Bir gün yaşadığı ormana insanlardan gelen beklenmedik saldırıyla kendini tehdit altında hisseder ve saldırıdan kaçmayı başararak uzaklaşır.
Kapı kapı dolaşarak insanlara kendini bakımsız bir evsiz olarak tanıtan Borgman; çaldığı tüm kapılardan amacına ulaşamadan döner. Ta ki Van Schendel Ailesinin kapasını çalana kadar.

Evin hanımı Marina'nın merhameti sonucu eve girmeyi başaran Borgman için artık kalan tek şey amacına ulaşmasını sağlayacak adımları tek tek uygulamaktır.

Sıradan gerilim filmlerine malzeme olabilecek konusuyla ilk başta ilgi çekmiyor görünse de Borgman;  işleyişi, sembollerle örülü anlatımı, film boyunca zihni meşgul eden sorularıyla bu sıradanlıktan kurtuluyor ve biraz da Haneke'nin Funny Games'ini anımsatan bir rahatsızlık duygusuyla izleyicinin dikkatini çekmeyi başarıyor.

Öncelikle izlerken aklınızın bir köşesinde Funny Games'in bulunması oldukça mümkün. Çünkü bu filmin de odak noktası: İzleyiciyi rahatsız etmek.
Hikayenin inandırıcılığından ziyade filmin odak noktasının izleyiciyi rahatsız etmek ve sorularla baş başa bırakmak olduğunu düşünürsek film istenilen duyguları harekete geçirmek konusunda amacına ulaşıyor diyebiliriz. Bu yüzden hikayede inandırıcılık aramadan önce filmi odak noktası dahilinde teraziye koyup tartmak lazım.

Tabii amaç benzer olunca Funny Games ile kıyaslamak kaçınılmaz oluyor. Türünün kült örneklerinden Funny Games'i sevdiyseniz ve bu tarz bir film izlemeyi özlediyseniz Borgman da size hitap edecektir. Her ne kadar Haneke'nin bıraktığı etki kadar olmasa da Borgman da amacına ulaşıyor ve rahatsız edici bir Avrupa filmi örneği sunuyor.

Ancak Borgman; Funny Games'in baş karakterlerinde gördüğümüz derinlik hissini veremiyor. Baş karakterimiz Camiel Borgman'ın bile oldukça yüzeysel bir anlatıda sıkıştığını görebiliriz.Karakter oluşturma konusunda maalesef geride kalıyor. Filmde belki de tek derinlikli işlenebilen karakterin, aile hayatındaki bunalımının çaresini evine gelen Borgman'da arayan Marina olduğunu söyleyebilirim. Diğer yan karakterler ise izleyicide bir izlenim oluşturmaktan son derece uzak, klişeye yakın kalıyor.

Filme dair söyleyebileceğim bir başka olumsuz yan ise başlangıçtaki gizemin, temponun filmin sonlarına doğru ivmeyi düşürmesi.

Film ile ilgili eleştirilere bir göz attıysanız eleştirilerin çoğunlukla iki uç noktada olduğunu görürsünüz. Bunun sebebinin de yukarıda değindiğim ''hikayede inandırıcılık'' mevzusu olduğunu düşünüyorum. Bu tür bir filmde inandırıcılık aramalı mıyız? sorusuna eğer hayır cevabını veriyorsanız dediğim gibi filmi beğenerek izleyeceğinizi düşünüyorum. Funny Games örneğini vermemin sebebi de bu. Funny Games hakkında da aynı şeyleri düşünüyorum. Yani malum etkenlerden ötürü hikayede inandırıcılık noktasında Funny Games'i de eleştirmenin yersiz olduğunu düşünüyorum. Bu filmde olduğu gibi. Çünkü filmde tercih edilen anlatımda semboller ve rahatsızlık duygusu ön planda.

İşte burada da aynı tercih söz konusu: Rahatsız etmek

Özetle Borgman; Funny Games esintisi arayan, gizemli, rahatsız bir Avrupa filmi izlemek isteyenler için iyi bir alternatif. Kaçırmayın.

Kişisel Criticker puanım: 73/100
İyi seyirler.


11 Temmuz 2014 Cuma

SEL YAYINCILIK ETİKETİYLE ''NAGASAKİ''

Fransız Yazar  Éric Faye'ın ilk kez 2010 yılında yayınlanan romanı ''Nagasaki'', Nilda Taşköprü'nün çevirisi ve Sel Yayıncılık etiketiyle bu ay raflardaki yerini aldı.



''Nagazaki’nin banliyösünde yalnız yaşayan Shimura-san’ın düzenli hayatı bir gün tuhaf bir biçimde değişir; evinde nesneler, esrarengiz bir şekilde yer değiştirip yiyecekler kayboluyordur. Bu bir hayaletin işi midir yoksa Shimura-san’ın sanrısı mı? Gerçek, gizlenmiş bir kamera sayesinde ortaya çıkar.

Yaşanmış bir olaydan esinlenen, Fransız Akademisi Büyük Roman Ödülü’nü kazanmış Nagazaki, üzerine Japonya tarihinin gölgesinin düştüğü ve suçluluk, utanç, yalnızlık, pişmanlık temalarını harmanlayan küçük ancak çarpıcı bir anlatı…''


8 Temmuz 2014 Salı

''LUNAPARKTA SİLAHLI ÇATIŞMA: 1 ÖLÜ 2 YARALI''

Bir haber çarpıyor gözüme geçenlerde. Oldukça trajik. Güler misin ağlar mısın? cinsinden değil, çünkü gülünecek bir hali kalmamış haberin. Bu biraz düşündüren, donduran bir haber.

Haberin başlığı bile düşündürücü: ''Lunaparkta silahlı çatışma: 1 ölü 2 yaralı''

Evet, lunaparkta...
Haber içeriğinin bir bölümü şöyle devam ediyor: ''...  bir lunaparkta meydana gelen olayda lunaparktaki aletlere ücretsiz binmek isteyen bir grup ile işletme sahipleri arasında tartışma çıktı.

Tartışmanın kavgaya dönüşmesi üzerine gruplar daha sonra birbirine silahla ateş etti.''

Lunapartaki aletlere ücretsiz binmek için ölmeyi bile göze almak...

Biz ne zaman böyle bir toplum olduk? gibi klişe haline gelen bu soruyu sormayacağım. Çünkü, evet bu soru bizler için klişe haline geldi. Artık ne zaman böyle olduk değil neden böyle olduk sorusunu sormamız gerekiyor.

Ama şunu sorabiliriz herhalde: Biz ne zaman lunaparkın ortasında, aletlere bedava binmek için kavga çıkaracak hatta ölmeyi, öldürmeyi göze alacak hale geldik?

Ne zaman bu kadar öfke kontrolünden uzak bir toplum haline geldik?
Tahammülsüzlüğün, kontrolsüzlüğün diz boyu olduğu, her an sokak ortasında başınıza garip şeylerin gelebileceği bir toplumda bu sorular da cevapsız kalıyor ne yazık ki.

Biz Lunapark gibi kahkahaların, şen çığlıkların yükselmesi gereken yerlerde bile yaralanan, ölen bir toplum haline gelmişiz, ağlayanımız yok.
Geçmiş olsun.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

BİR YAZAR BİR KİTAP: DELİDUMAN

"Siz niye bağırmıyorsunuz evladım?
"Mustafa Kemal'in askerleri değiliz ki biz amca."
"Ya neyin askerisiniz?"
"Biz neyin askeriydik Mikrop?"
"Uykusuz gecenin askerleriyiz reis."

Emrah Serbes'in Gezi süreci ile oluşturmaya başladığı; hayali bir ilçeden Taksim'e uzanan; hezeyanların, arkadaşlıkların, umutların, isyanların, abi-kardeş ilişkilerinin, dağılmış aile hayatlarının, korkuların romanı Deliduman.

Elinde tuttuğu, umudunu, isyanını haykırdığı bir martının ölümünden geleceği düşleyen Çağlar İyice'nin romanı Deliduman.


6 Temmuz 2014 Pazar

FEDERER!

İki yıl öncesi...
Wimbledon 2012 finali. Rakip Murray.
Uğultulu, seyircilerin çoğunluğunun Murray'dan yana olduğu kortta, kendi evinde şampiyon olmak isteyen Murray'a karşı mücadele ediyordu Federer.

Murray'ın topunun out'a gitmesini takip eden o saliselik idrak etme süresi ve sonrasında gelen şampiyonluk sevinci.

İki yıl sonra şimdi, aynı yerde bu sefer Djokovic ile karşılaşacak Yaşlı kurt denilen Federer. Artık sonlarına yaklaştığı kariyerine bir Grand Slam şampiyonluğu daha eklemek için mücadele edecek Ekselansları.

Bir kez daha mutlu sona ulaşır mı bilinmez ama şüphesiz onu seven, izleyen tenis takipçileri için yine unutulmayacak bir maç olacağı kesin.

Federer'in oynadığı her finalin ayrı bir öneme sahip olduğunu düşünürüm kendi adıma. Kariyerinin sonlarında olan ve gönül rahatlığıyla efsane diyebileceğimiz Federer'i izlemek, maçlarına tanıklık etmek, zaferlerini görmek şüphesiz ileride hatırladıkça bir efsaneye tanıklık etmiş olmanın haklı gururunu yaşatacak birer anı olarak kalacak aklımızda.

İşte bu yüzden Federer'in oynadığı finallerin yeri ayrıdır zihinlerde.

Bol şans Fedex!

5 Temmuz 2014 Cumartesi

''THE CUCKOO'S CALLING'' ARTIK TÜRKÇE'DE

Geçtiğimiz yıl Nisan ayında sessiz sedasız çıkan bir dedektiflik romanı İngiltere'de eleştirmenler arasında fısıl fısıl konuşuluyordu.
Robert Galbraith adındaki genç, yeni bir yazar olduğu düşünülen bu yeni ismin romanı tekniğiyle, üslubuyla birçok açıdan ilk roman olduğuna inanılamayacak kadar şaşırttı insanları.

İşin aslı ise sonradan ortaya çıktı. Kitabın yazarı 1997-2007 yılları arasında yayınladığı 7 kitaplık Harry Potter serisiyle adını tüm dünyaya duyuran İngiliz yazar Joanne Kathleen Rowling'den başkası değildi.

Rowling, kendini denemek ve yazacağı kitapla ilgili daha objektif yorumlar, daha farklı reaksiyonlar alabilmek için bu yolu denediğini açıklamıştı.

Tüm edebiyat dünyasının şaşkınlıkla karşıladığı bu gelişme sonrası ilk etapta pek fazla satamayan ''The Cuckoo's Calling'' çok geçmeden listelerde zirveye oynamaya başlamıştı.

Tabii biz Türk okurlar da bu haber sonrası kitap için heyecanlanmış ve çeviri haberini beklemeye başlamıştık. Ne yalan söyleyeyim takma isimle yazılmış roman olduğundan bir ara çevrileceğine pek ihtimal vermemeye başlamıştım. Bir yılı aşkın bir süre sonra neyse ki güzel haber geldi.

''The Cuckoo's Calling'' Guguk Kuşu adıyla Pegasus Yayınlarından önümüzdeki günlerde raflardaki yerini alacak.
30 lira etiket fiyatı biçilen kitap şu an birçok kitap sitesinde ön siparişe sunuldu.

Nasıl bir baskı kalitesiyle okuyacağız, henüz bilmiyoruz ancak şimdilik orijinal İngiltere baskısındaki kapak tasarımını değiştirmeden kullanmaları olumlu bir gelişme.

544 sayfadan oluşan kitabın çevirmeni ise Zeynep Heyzen Ateş
Bumerang - Yazarkafe