28 Haziran 2014 Cumartesi

BİR YAZAR, BİR KİTAP: PUSLU KITALAR ATLASI

''Yeniçeriler kapıyı zorlarken düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: ''Dünya bir düştür. Evet, dünya...
Ah! Evet, dünya bir masaldır.''
Kendini saran dünyayı düşleyen bir haritacının, düşlerinden devşirdiklerini döktüğü Puslu Kıtalar Atlası adlı kitap oğlunun eline geçtiğinde onu kendisinin bile tahmin edemeyeceği maceralara sürükler, oysa yaşayacakları elindeki kitaba çoktan yazılmıştır.

Geçmiş üzerine, dünya hali üzerine, düşler ve puslu kıtalar üzerine bir roman.''


26 Haziran 2014 Perşembe

YARIM KALMIŞ BİR GÜLÜMSEME: KAZIM KOYUNCU

Yarım kalmış gülümsemesi, şarkıları, verdiği mücadelesiyle 25 haziran 2005'den bu yana boğazımızdaki bir yumru Kazım Koyuncu.

9 yıl olmuş yarım kalmışlıklarıyla buradan ayrılalı ama o yarım kalmış şarkılar, cümleler, gülümsemeler bizim hala aklımızda ve acıtsa da hatırlamalar, şarkılar biz onu anmaya, yarım kalmış şeyleri tamamlamaya devam edeceğiz.

Nihat Genç'in cümlelerinden Kazım Koyuncu:
 ‘’Mesela sadece sanatçılığını bir kenara bırak, sadece böyle bir çocuk olduğunu düşünsek, yani basit, sıradan bir garson olsun ya da çay ocağı işleten bir adam düşünsek, o bile inanılmaz güzel bir şey. Yani böyle insani bir güzelliği vardı. Hissediyorsun bunu. Çok teşekkür ediyoruz kendisine.’’

İyi ki vardı, iyi ki ismini duyduk, bildik.
 ''dı'li, di'li geçmiş zamanları kullanmayıp keşke ''vardı'' yerine ''iyi ki var'' diyebilseydik.
Arkasından şarkılarını hüzünle dinlemek yerine keşke hala dinleyebiliyor olsaydık.

Keşke bu kadar ''keşke'' içeren cümleler kurmasaydık.


(7 Kasım 1971- 25 Haziran 2005)


25 Haziran 2014 Çarşamba

TÜRKÜLER, TÜRKÜLERİMİZ...

Bu topraklara ayna tutan türküler, dertli türkülerimiz...
Dile gelse haykıracak olan, duyguların tercümanı olan.
Anlatamadıklarımızı anlatan, bazen cümleleri bulamadığımızda sığındığımız liman olan türküler.

Türkülerin güzelliğine, kalıcılığına inanırım. İstediğiniz kadar farklı tarzda müzikler dinleyin, her insanın içini titretecek, kıpırdatacak, hislerine dokunmayı başarabilecek bir türkü mutlaka vardır. Vazgeçilmezdir bu yüzden türküler. Çünkü geçerliliğini hiçbir zaman yitirmez. Eskimez. Her zaman tarif edemediğiniz hislerinize ortak olmak için yanınızdadır türküler. Başucunuzda beklerler.

Bu toprakların geçmişten bugüne gelen en güzel kültürel mirasıdır. Çünkü nesiller boyu aktarılır, hiçbir şey onları yozlaştıramaz, yırpatamaz. Ne günümüzün teknolojisi, ne başka bir faktör...
Sözleri yıllar geçse de iç yakar, melodileri akla kazınır, en önemlisi de hikayeleri de unutulmaz.

Türkülerin hikayeleri...
Sanırım en etkileyici kısmı da burası aslında. Yürek burkan hikayeleri. Nasıl bir yaşanmışlık, nasıl bir ağıt ki, kalemler dile gelip böyle sözler yazabiliyor, böylesine derin hikayeler, anlamlar çıkıyor ortaya, akıl sır erdirmek güç.

Türküler, işte bu sebepten en çok da hikayeleriyle varlar aklımızda. Kahramanlarıyla, yansıttıkları ağıtlarıyla hep varlar. Kimilerinin boğazın yarım kalmış bir yumru, bir hasret, bir acıdır türkülerin hikayeleri.
Ege'den Akdeniz'e, Doğu Anadolu'ya, Güneydoğu'ya, Karadeniz'e, Trakya'ya, İç Anadolu'ya dek uzanan hikayelerdir türküler.
Bölgelerin farklı ama duyguların bir olduğu ağıtlardır.
Karadeniz'in Asiye'si veya Diyarbakır'ın Suzan Suzi'si gibi saklı kalmış nice kahramanın, nice ağıtın satırlara döküldüğü hikayelerdir türküler.

İyi ki varlar!

17 Haziran 2014 Salı

ÖMRÜ AYAKTA GEÇEN, SAÇLARI ARTIK ÜŞÜYEN BİR KADIN

Vakit, akşamüzeri...

Kendimi bir parka atıyorum. Az sonra yanıma oturacak kişiden habersiz bir banka oturuyorum. Dalmış gitmişim etrafı seyre dalarken.
Ayakkabılarımı bağlamak için yere eğildiğim sırada, bir ses duyuyorum:
‘’Evladım, oturabilir miyim?’’ diyor. Tabii diyorum, sesin sahibine bakıyorum. 60’lı yaşlarında bir kadın.
Aradan saniyeler geçmiyor, o an birden bir sohbetin içinde buluyorum kendimi. Başlıyor anlatmaya. Hayatını, endişelerini, çocuklarını, gençliğini.

O an hipnotize olmuş gibi kulaklarım sadece onda. O anlatıyor, ben dinliyorum. Anlatırken gözlerinin içi gülüyor. ‘’Çok şeyler gördüm, çektim ama yine de ayakta durmak, gülmek lazım’’ diyor.
Ben o anda sadece bir misafirim sanki. Beni kendi hayatına, köyüne, gençliğine götürüyor kelimeleriyle.
Hiç kıpırdamıyorum, sanki kıpırdarsam o anın büyüsü bozulacakmış gibi hissediyorum. Ben susuyorum, o anlatıyor. Dakikalar geçiveriyor.

Belki, sıradan şeylerdi, günlük hayata dairdi anlattıkları ama öyle anlatıyordu ki kelimelerin arasında kaybolmamak elde değildi. Ben de kendimi kelimelerin akışına bırakıyorum. 10 dakika öncesine kadar tanımadığım bu kadının anlattıklarını dinlemekten son derece memnun bir halde karşısında oturmuş onu dinliyorum.

Çocuklarına gitmekten korktuğunu anlatıyor buruk bir gülümsemeyle. ‘’Ben onları okuttum, onlar için elimden geleni yaptım. Mesleklerini ellerine aldılar. Gözüm arkada değil, küseceklerse de ne yapayım?’’ diyor. Çok özlediğini söylüyor. Yorulduğundan bahsediyor.

Konudan konuya atlıyoruz. Daha doğrusu ben dinliyorum. Ne anlatılacaksa o anlatıyor.
‘’Okumuş kadınım’’ diyor. ‘’Liseyi bitirdim. Sağolsun, annem hep çalışmamı sağladı. Ben ders çalışayım diye ev işi yaptırmazdı bana’’ diyor. ‘’Ama işte babam üniversite okutamam dedi. Kaldım öyle. Buna da şükür diyor.’’
Anılar gözlerinin önünden hızla geçip gidiyor sanki. Aklına gelen anılardan yakalayabildiğini anlatıyor sırasıyla. Kah gülerek kah iç çekerek.
Sonra ‘’Anne bambaşkadır’’ diyor yere bakarak. ‘’Annenin yeri ayrıdır, annem hep ömrünü ayakta geçirdi. Ben de öyle olacağım galiba, ömrüm ayakta geçecek.’’

Sonra birden duruyor. Bana, ‘’İzin verirsen ben biraz daha seninle muhabbet etmek istiyorum’’ diyor.
Seve seve kabul ediyorum. Hani böyle karşındakine saygısızlık olmasın diye zoraki kabul etmek değil bahsettiğim. Gerçekten de severek kabul ediyorum ve anlatmaya devam ediyor.

Akşam ezanı okunmaya başlıyor yakındaki minarelerden. Duruyor, bir dua okuyor içinden. Kısa bir sessizliğin ardından kaldığı yerden devam ediyor anlatmaya.

Gözü parktan geçen insanlara takılıyor. ‘’Genç iken ben de bu parktan geçer giderdim. O zamanlar upuzun saçlarım vardı. Bir teyze, saçların üşümüyor mu kızım diye sormuştu. Üşümüyor derdim, gençtik o zamanlar. Şimdi, değişti her şey. Gençlik falan kalmadı. Artık üşüyor.’’ Diyor.

Toparlanıyor yavaş yavaş. Masalın sonuna geldiğimizi anlıyorum. Bitiriyor hayat hikayesini, masalını.
‘’Ben kalkıyorum, teşekkürler dinlediğin için.’’ Diyor. Ben de ona teşekkür ediyorum.
Alıyor poşetlerini eline. Parktan aşağıya doğru yürümeye başlıyor. Arkasından hiç kıpırdamadan bakakalıyorum.

Ve gittikçe uzaklaşıyor, gözden kayboluyor. Elindeki poşetlerle kendi masalını yaşamaya devam etmeye gidiyor. Sokağa, kalabağın arasına karışıyor.

Ve akşam çöküyor parkın üstüne.

12 Haziran 2014 Perşembe

HOŞGELDİN DÜNYA KUPASI


1958 İsveç Dünya Kupası...

Sevinç gözyaşları içinde daha 17 yaşında bir çocuk Brezilya milli takımı ile dünya kupası zaferini yaşıyordu: Pele

1986 Meksika Dünya Kupası...

Yüzyılın golü seçilen ve hafızalardan silinmeyecek olan golde Arjantinli Maradona, orta sahadan alıp sürüklediği topu kaleciyle beraber 5 kişiyi geçerek İngiltere ağlarına bırakır. Bu gol artık dünya kupası ile özdeşleşir.
Bu anları sadece canlı tanıklık edenler değil, dünya kupasına, hatta bırakın dünya kupasını, futbolun azıcık ötesinden berisinden geçen, yaşı yeten, yetmeyen herkes kayıtlardan da olsa görmüştür, izlemiştir.

1990 İtalya Dünya Kupası...

Yine Maradona ama bu kez kaybettiği final sonrası döktüğü gözyaşlarıyla hatırlanacaktı.

1994 ABD Dünya Kupası...

Finalde Brezilya ve İtalya karşı karşıya. Maçın özeti şüphesiz Di Baggio'nun topu havaya gönderdiği penaltı atışıydı.

1998 Fransa Dünya Kupası...

Sömürge ülke Cezayir'de doğup göç eden bir çocuk yıllar sonra Fransa'da cumhurbaşkanlığı teklifi bile almasına neden olacak bir zaferi armağan edecekti göç ettiği Fransa'ya. 1998 Dünya Kupası şüphesiz Zinedine Zidane ismini dünyaya haykıran turnuva olmuştu.

2002 Güney Kore-Japonya Dünya Kupası...

Şüphesiz bizler için derin izler taşıyan, kalp çarpıntılarına, sevinç gözyaşlarına neden olan bir peri masalı. Spiker Levent Özçelik'in sesinin kulaklarımızda hala çınladığı Dünya Kupası.

2006 Almanya Dünya Kupası...

Ve efsane isim Zidane'ın futbola buruk vedası. Materazzi'ye attığı kafa, soyunma odasına giderken yanından geçip gittiği vitrindeki Dünya Kupası...

2010 Güney Afrika Dünya Kupası...

Ben bu kupayı finaliyle değil inanılmaz anlara sahne olan Gana-Uruguay çeyrek finaliyle hatırlıyorum. Bir rüyasını gerçekleştirmeye az kalmış olan Gana'nın kupaya trajik vedasıdır 2010.

Ha, unutmadan tabii ki vuvuzelalar.

1930'dan beri devam eden bir yolculuk, nice zaferler, unutulmayacak anlar, finaller, gözyaşları... Futbolun şiir dili Dünya Kupası.
Bugün yolculuk bir kez daha çalacak düdükle kaldığı yerden bu kez Brezilya'da devam edecek. Bizler dünya kupası tarihine yetişebildiğimiz yerden dokunmaya devam edeceğiz.

Pele, Beckenbauer, Kempes, Maradona, Lineker, Cryuff, Batistuta, Di Baggio, Romario, Zinedine Zidane
Ve kim bilir yıllar sonra bu dünya kupasıyla hatırlanacak olan, kendi hikayesini yazacak olan günümüzün yıldız isimleri.

Yazıyı rengimi belli etmeden bitirmek de olmaz. Her turnuvada benim İngiltere'ye karşı bir sempatim olmuştur. Bildim bileli destekledim kendilerini. Bu turnuvada da gönlüm İngilizlerden yana.

Özellikle bu turnuva Gerrard, Lampard gibi İngiltere'nin efsane isimlerinin muhtemel son Dünya Kupaları olacağı için izlemesi, desteklemesi benim için daha da önemli olacak.

Not: Dünya Kupasının Brezilya'daki protestoların gölgesinde başlayacağını belirtmek gerek. Gerçi Dünya Kupası başlayınca bu protestolar muhtemelen gölgede bırakılmaya çalışılacak ancak şu da düşündürücü ki polislerin sokak çocuklarını katletmelerine varan korkunç iddialar var ortada.
Bu yüzden aklımız sadece kupada değil, bu gelişmelerde de olacak.

Öyleyse bir kez daha açılsın perde!
Hoşgeldin Dünya Kupası.


9 Haziran 2014 Pazartesi

ÇAYDAN BİR YUDUM ALMAK, HER ŞEY NORMALMİŞ GİBİ...

Bir cenaze evi gibi matem havası hakimdi odaya. İki arkadaş, önlerinde iki çay bardağı. Oda hafif karanlık, akşam çökmek üzere. Perdeler gün ışığına inat sıkı sıkı kapalı.

Günlerdir haber alamayan arkadaşı belli ki kızgın. Söyleniyor, sorular soruyor sürekli.

''Niye bu kadar sessizsin? Sanki hiçbir kendinde değil gibisin. Sürekli dalgınsın, unutkansın. Günlerdir aradım, cevap da vermedin. Komşularına sordum, bu aralar seni hiç gören de olmamış. Başına bir iş geldi sandım. Niye böylesin?'' diye sordu arkadaşı.

''Bazı insanlar vardır'' diye söze başladı.
''Dünyaya sadece birer emanet gibi gelirler. Sanki sadece hayatı çok kısa bir süreliğine yaşamak için gelmişlerdir dünyaya. Bunu hep bilirler, hissederler sanki. Hiçbir şeye ayak uyduramazlar. İnsanlarla ilişkileri her zaman kötü olur, bazen neden doğduklarını düşünecek kadar kötü hissederler, doğduklarına pişman olurlar. Çevresi sürekli sorumluluklarını hatırlatır, oysa onlar en çok yalnız kalmayı severler. Konuşmak, yaşamak istedikleri çok şey olup da hiç konuşamamışlar, hiç yaşayamamışlardır. Hep bir yanları eksik kalır. Sürekli bir huzursuzluk etraflarında dolanır.
Neyse, bakma sen böyle yapay kelimelerle, kelime oyunlarıyla konuştuğuma. Özetle, anlasana işte, ben zaten bu dünyada fazla durmayacağım. Gidiş öyle görünüyor. Sen söyle, napayım ben?''

İrkildi arkadaşı. Endişeyle baktı yüzüne. ''Sus, nolur böyle konuşma'' diyebildi sadece.

Önlerindeki çay bardağına baktılar, hiç konuşmadılar o an. Çay bardağının buharına sığınmak, kelimelerin ağırlığıyla yüzleşmekten daha kolay geldi belki de. Konuşacak çok şey varken her şey normalmiş gibi çaylarından birer yudum aldılar sessizce.

Çay, o an sessizliğin tercümanı oldu onlara.

5 Haziran 2014 Perşembe

ÜÇ NOKTANIN İSYANI

Yarım bırakmak yerine tamamlayın cümlelerinizi. Yarım bıraktığınız her cümle acı verir size. O yüzden tamamlayın, zor da olsa tamamlayın. Diyecek söz bulamıyor olsanız bile tamamlayın. Çünkü ben acınızı hafifletemem. Evet, yarım bırakmak daha kolaydır her zaman, bilirim. Bu yüzden bana sığınıyorsunuz. Kelimeleriniz yetmediği anlarda beni yardıma çağrıyorsunuz.

Her acınıza, her yarım kalmış duygunuza yetişemem ki ama ben, yetmem mümkün değil.
Ünlem gibi kesin bir sevinci veya öfkeyi ifade edemiyorum ben veya nokta gibi bitirici vuruşu yapamıyorum ya da soru işareti gibi sorgulayamıyorum olan biteni. Hep eksiğim, hep yarımım ben, ucu açık biten filmler gibi hissediyorum kendimi. Ucunu nereye çekersen oraya giden.

Öyleyse niye sürekli bitmemiş cümleler kuruyorsunuz? Neden kesin ifadeler kurmaya bu kadar çekiniyorsunuz?
Çekinmeyin, kesin cümleler kurun. Hiçbir cümlenizi yarım bırakmayın, kalmasın içinizde söylemek istedikleriniz. Çünkü biliyorum ki benle biten her cümle biraz hüzünlüdür, cümlenin sahibinin kırıklıklarını taşır. Ben artık yarım kalmış duygularınıza şahit olmak istemiyorum.
Düşün yakamdan, ben yoruldum artık. Bırakın gideyim, noktalama işaretlerinden çıkarın beni.


3 Haziran 2014 Salı

BİZ NE ZAMAN BÜYÜDÜK?

Ben küçükken...
Tek bildiğim pazardan alınan ucuz oyuncaklar, annemin şefkatli kolları, çizgi filmler ve ezberlemekten nefret ettiğim çarpım tablolarıydı.

Ben küçükken bildiğim tek tehlikeli yer, annemin sıkı sıkı gitmememi tembihlediği balkondu. O küçük dünyamda başka tehlikeli yerlerin, sokakların, caddelerin olabileceğini bilmezdim ben.

Ben küçükken dünyaya dair bir şey bilmezdim ama mutluydum. Televizyon denilen icatta sadece çizgi filmler olur sanırdım. Ölen insanların görüntü kayıtlarını, cenazelerini göreceğini bilmezdi bu gözlerim.

Ben küçükken insanların hunharca dövüldüğünü, katledildiğini bilmezdim. Yine olurdu elbet içinde yaşadığım coğrafyada kötü şeyler ama en azından ben farkında olmazdım, bilmezdim neler olduğunu bu ürkütücü dünyada. Ben elime toplu iğne battığında hüngür hüngür ağlayan bir çocuktum küçükken, insanların canavarlaşabileceğini bilmeyen...

Ben küçükken haziran sadece güneşi, yaz tatillerini hatırlatırdı. Hazirana başka anlamlar da yükleyeceğimi bilmezdim. ''Keşke şimdi de sadece bu masum imgeleri hatırlatsaydı'' diye düşüneceğimi bilmezdim küçükken.

Ben küçükken sokakları sadece zıplayıp koşturduğumuz, annemizin seslenmesiyle çil yavrusu gibi evlere dağıldığımız mekanlar olarak bilirdim. Bilmezdim nasıl çıkmaza dönüşebileceklerini, insanlara mezar olabileceklerini.

Ben küçükken anneler ağlamaz zannederdim. Onlar hep güler yüzlüydü, çocuklarına hep içi gülen gözlerle bakan, güçlü kadınlardı ama büyüdüm, onların da ağladığını gördüm. Hem de çok ağladığını gördüm, yüreklerinin yandığını gördüm, belki acılarını onlar gibi hissedemedim ama gördüm. O bile yetti masumiyetimi, çocuksu duygularımı yitirmeme.

Küçükken dünya yine masum değildi ama bizim için daha az vahşiydi. Şimdi büyüdük, büyüdüğümüze pişman olduk, öğrendikçe değiştik, değiştikçe öğrendik ve devam ediyoruz öğrenmeye, şahit olmaya. Öğreneceklerimizden korkarak, geçmişte bıraktıklarımızı anarak...


Ali İsmail Korkmaz
18 Mart 1994- 3 Haziran 2013


Mehmet Ayvalıtaş
30 Eylül 1992- 3 Haziran 2013


Abdullah Cömert
8 Mart 1991- 3 Haziran 2013








2 Haziran 2014 Pazartesi

BİR YAZAR, BİR KİTAP: BAHARDA YİNE GELİRİZ

"Bu berbat şehirde görüp görebileceğiniz en güzel şeyin terk edilmiş bir fabrikanın kara yıkıntısı olması saçma ya da gülünç mü? Değil! İnsana özgü bir yavaşlığı, sakarlığı hatırlatan tek şey bu yıkıntı çünkü. Şehirde otomobiller, yollar ve binalar, sonunda bütün sıcaklıkların evrenin ölgün sıcaklığıyla aynı olacağı bir geleceğe doğru son hızla gidiyor, uzanıyor, yükseliyor. Ama aralarında banka memuru sevgili dostum Tuğrul'un da bulunduğu sağlığına dikkat etmeyen, fazlasıyla hayalperest bazı insanlar var ki, onlar gece kurdukları saatin sabah çalışmamasını veya en iyisi geriye gitmesini gönülden dileyerek tatlı tatlı esniyorlar."

Şu gürültülü zamanda, gevezelikten ve 'farfara'dan gına getirenlerin sığınacağı bir kuytu köşe, Barış Bıçakçı'nın anlatıları. Minimalizmin duru güzelliği var onun her kitabında.

Baharda Yine Geliriz'de, de incelikli tablolar çiziyor Barış Bıçakçı. İnsan ilişkilerinden enstantaneler; 'durumlara', duygulara, akıldan esenlere, gönülden geçenlere dair ince fırçalar... Uçucu intibaların izini süren bir görme ve 'bilme' biçimi...

"İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

1 Haziran 2014 Pazar

ÖLÜM KARASI BİR KAPAKLA: OT DERGİ HAZİRAN

Kapkara, kömür karası bir kapakla karşımıza çıkıyor Ot dergi bu ay.
İşlediği konuların, kapağına taşıdığı hüzünlü ölümlerin, genç ölümlerin, cümlesini yarım bırakıp aramızdan ayrılmış genç insanların acısını taşıyan, okura hatırlatan kapkara bir kapakla karşımızda. Önceki sayılardan tanıdık gelen turuncu tasarımının aksine bu sefer okurken acıtacağının sinyallerini veriyor.

''Haziranda ölmek zor'' cümlesini hatırlatırcasına, haziran ölümlerinin ağır yüküyle dolu bir dergi ile geldi bu ay Ot.
Bu sefer ''keyifli okumalar'' diyemiyorum belki içerikten ötürü, dilim varamıyor. Kim bilir yer yer yutkunarak okuyup bol bol hatırlayacağız geçmiş ölümleri, hatıraları, bizde iz bırakanları. Hüznü hatırlamayı sevmeyiz evet, ama siz yine de okuyun...

Haziran sayısı raflarda.
Bumerang - Yazarkafe