30 Mayıs 2014 Cuma

BİR YAZARIN GÖZÜNDEN MUTLULUĞA DAİR

''Büyüyünce mutlu olmak isteyeceksin. Şu anda mutluluğu düşünmüyorsun ve tam da bu nedenle mutlusun. Düşününce, mutlu olmak isteyince, mutlu olamazsın. Sonsuza dek. muhtemelen sonsuza dek... duydun mu beni? sonsuza dek. Mutlu olma arzun ne kadar güçlüyse, o denli mutsuz olacaksın. Mutluluk fethedilen bir şey değildir. Sana öyle olduğunu söyleyecekler. İnanma buna. Mutluluk ya vardır ya da yoktur.''




Jose Saramago (Çatıdaki Pencere)

27 Mayıs 2014 Salı

ARKA KAPAK

Bir kitabın konusu, içeriği kadar aynı zamanda kapak tasarımının ve arka kapak yazısının da kitabın okuyucuya ulaşmasında, okuyucuyu kendine çekmede etkili olduğunu düşünürüm. Bunu ''şekilcilik'' olarak damgalamaktan ziyade bir kitap ile okuyucu arasında oluşan güçlü bağın başlangıcı olarak görürüm.
Çünkü bana göre arka kapak yazısı; okuyucu ile kitap arasındaki ilk etkileşimdir.

Bazen okur, konusu hakkında bir fikir sahibi olmadığı kitabı, sadece arkasında yazan etkileyici birkaç satırdan dolayı alabilir. Bende bu oluyor en azından. Sadece arka kapak yazısı beni tavladığı için bile kitap aldığım olur.

Yazarın kitabının arka kapağında yer almasını tercih ettiği cümleler, bir bakıma o kitapta anlatmak istediği temanın, duyguların özeti gibidir. Okuyucuya ilk duyguyu, izlenimi o birkaç satırla vermek ister. Bu yüzden arka kapaklara hep değer ve önem vermişimdir. Tabii özenli olanlarına. Yani burada sıradan, kitaptaki tüm olan biteni anlatan veya yayınevinin kendi hazırladığı, kitabın pazarlamasını yaptığı samimiyetsiz cümlelerden oluşan kapaklardan bahsetmiyorum.

Yazarın kitabının içinden yer almasını istediği birkaç cümleyi içeren veya yayınevi ağzından değil de direkt olarak yazarın ağzından, yazarın direkt okuyucuyu muhatap alarak yazıp hazırladığı kapaklardan bahsediyorum tam olarak. İşte böylesi arka kapaklar değerlidir, arada sırada o kitabı alıp tekrar tekrar göz gezdirme isteği oluşturan kapaklardır.


Açın, sevdiğiniz bir kitabın arka kapağını tekrar okuyun, bakın o birkaç anlamlı satır sizi daha iyi hissettirecek.

25 Mayıs 2014 Pazar

GÜNDEN KALAN FOTOĞRAF...

24 Mayıs 2014'ten kalan; belleğe kazınacak, Türk sineması için yıllar geçse de unutulmayacak bir fotoğraf karesi.

Çok şey söylendi, yazıldı, ödül kutlandı zaten, daha fazla söze, ödül konuşmasından cımbızla kelime çekip polemik yaratmaya gerek yok.
Tebrikler ve en önemlisi teşekkürler Nuri Bilge Ceylan ve Kış Uykusu ekibi bu güzel, anlamlı kare için.



                                                                                                                                                           
''Bu benim için büyük sürpriz. Bu yıl Türk sinemasının 100. yılı ve çok güzel bir tesadüf...
Jüriye, Thierry Fremaux ve Gilles Jacob'a teşekkür ediyorum. 
Bu ödülü adamak istiyorum... 
Türkiye'nin genç insanlarına... Son bir yıl içinde hayatını kaybedenlere
Bu ödülü adamak istiyorum... 
Türkiye'nin bütün gençlerine, hayatını kaybedenlere''





.

24 Mayıs 2014 Cumartesi

CANNES 2014: KİM BİLİR, BELKİ GELİR GÜZEL BİR HABER

Bu satırları yazarken Cannes 2014 ödül töreni de yavaştan başlamış durumda. Gözümüz, kulağımız orada, Fransa'da.
Bir yandan ekibiyle orada çalışmalar yaparken öte yandan da ülkesindeki kötü haberlere kayıtsız kalamayan yönetmen ve ekibinden güzel haberler bekliyoruz.

Yıllardır hala ne hikmetse ''Gelişmekte olan ülkeler'' kategorisinde yer alan ülkesinin yalnızlığını, hüznünü gittiği festivallere taşıyan, en iyi şekilde ülkesini temsil etmekle uğraşan, dile getiren yönetmenin filminden haber ve haberler bekliyoruz.

Sinema işte böyle zamanlarda daha çok anlam buluyor, daha da önem kazanıyor. Böylesi atmosferlere biraz olsun umut aşılıyor.

Güzel haberini bekliyoruz Kış Uykusu. Bu sadece sinema dünyasındaki bir başarı olarak daraltılabilen bir anlam değil, buna ihtiyacımız var çünkü, gerçekten.

Bu sefer gün geçtikçe güzelliği azalan ama hala yalnız olan ülkenin daha çok ihtiyacı var güzel habere.

Bol şans!

21 Mayıs 2014 Çarşamba

FİLMLERDEN NOTLAR

Les poupées russes 

2002 yapımı ''L'auberge espagnole'' ile başlayan serinin geçiş filmi kıvamındaki ikinci filmi. Açıkcası ilk film ile oldukça güzel başlayan serinin kanımca en zayıf halkası. Güzel bir ilk filmden sonra beklentinizi arttırınca aradığınız tadı, dinamiği bu filmde bulamıyorsunuz. Burada dikkat çekmek istediğim bir şey var ki, film tek başına değerlendirildiğinde kötü değil ancak serinin diğer filmleriyle karşılaştırdığımda daha yavan kaldığını söyleyebilirim.


Casse-tête chinois 

''Casse-tête chinois''  sadece geçtiğimiz hafta değil, 2014'de izlediğim en keyifli filmlerden biri diyebilirim ve ''geçen hafta izlediğim en iyi film'' diyerek de rahatlıkla ilan edebilirim.
Xavier'in maceralarını, hayatını, yolculuklarını izlediğimiz serinin de en iyi filmi. ''Les poupées russes'' hakkında olumsuz yorum yazdıysam da bu film için övgüler dizebilirim.

Xavier'i ve karmaşık hayatını New York'a taşıyarak yeni bir soluk katan bu filmde Xavier'in hayal kırıklığıyla sonuçlanan evliliği sonrası bir şeyleri yola koyma çabasını, yazarlık macerasını keyifli bir anlatımla izliyoruz.

Mizah dozu daha yüksek, dinamik bir film ''Casse-tête chinois''

Romain Duris; diğer iki filmi aşarak serinin en iyi performansını sergilerken, Audrey Tautou, Cécile De France, Kelly Reilly de ondan aşağı kalmayan bir oyunculukla eşlik ediyorlar.

Tek sıkıntısı var ki bence ''Neden her hikaye klişe olmayacak diye mutsuz son ile bitmek zorunda olsun?'' diyerek kılıf hazırladığını düşünerek sırtını bu görüşe dayasa da bence sonuyla biraz hazıra konmuşluk, aceleye getirilmişlik hissi vermesiydi. Filmin sonunda biraz gözümüze sokmaya çalışarak kılıfını hazırladıklarını düşündükleri son bana göre izleyiciyi tatmin eden, yeterli bir son değildi. Dolayısıyla puan kırılacaksa sonundan puan kırılması kaçınılmaz.


Godzilla

Bu yılın en dikkat çeken Blockbuster yapımlarından biri olan ''Godzilla'' cuma günü vizyona girerek bir kez daha Hollywood yapımı olarak izleyiciyle buluştu.
1998'de oldukça kötü bir Roland Emmerich yorumuyla beyazperdede boy gösteren Japon kültü, bu sefer Emmerich felaketiyle kıyaslanmayı hak etmeyecek kadar iyi bir Hollywood çevrimi ile beyazperdeyi ziyaret ediyor.

Daha iyi atmosfer, daha karanlık, özüne yakışır bir yapım ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Genç yönetmen Edward Gareths ortaya bir blockbuster'da bulabileceğiniz her türlü unsurdan, klişeden yararlanmış ve iddialı görsel efektlerle bezenmiş eli yüzü düzgün bir Godzilla yorumu çıkarmış. Klişe derken bir blockbuster'da görmemiz zaten kaçınılmaz olduğu için kimsenin gözüne batacağını sanmıyorum.

Özellikle belli başlı sekanslarda kurduğu ,izleyiciyi içine alan başarılı atmosferle akılda kalmayı başarıyor. Yönetmenin atmosfer yaratma konusunda başarılı olduğunu düşünüyorum. Bu sekansların özellikle filmin ikinci yarısında artması ve bu atmosfere başarılı görsellerin eklenmesiyle film görsel bir şölene bürünüyor.

Senaryo konusunda yer yer sıkıntıya düşse de atmosfer, etkileyici bir Godzilla portresi ve görsel efektleriyle bunu telafi edebilen Godzilla, türüne bir yenilik getirmese de bir blockbuster'dan ne bekliyorsanız onu vaad eden bir yapım ama fazlası değil.


Pompeii

2014 sineması felaket ve epik türdeki filmlerin genel başarısızlığıyla devam ediyor. Bu kötü yapımlara eklenen bir yenisi de Paul W.S Anderson filmi ''Pompeii''

Pompeii filmin içini doldurma adına zorlama bir senaryo ile devam eden, başı sonu tutarsız, yer yer bir tv filmine de dönüşebilen bir yapım.
Maalesef elde iyi işlenebilecek bir konu varken bu fırsatı değerlendiremiyor ve izleyiciyi de içine çekemiyor.
Son 20 dakikasındaki görsel sahneler filmi kurtarmak için devreye girse de yetmiyor ve zayıf bir film olarak kalıyor akılda.

Filme dair tek aklımda kalan detay ise 2005 yapımı ''Lemony Snicket's A Series of Unfortunate Events'' filminde Baudelaire kardeşlerin en büyüğü Violet olarak hatırladığımız Emily Browning'i başrolde görmüş olmak.




The Hobbit: The Desolation of Smaug

Ve aralıktan bu yana önce sinemada iken kaçırıp ardından erteleye erteleye anca mayıs ayında izleme fırsatı bulduğum Hobbit üçlemesinin ikinci filmi: Desolation of Smaug

Film hakkında genellikle okuduğum yorumlar olumsuz yönde olup ilk filmin gerisinde kaldığı yönünde olsa da bende tam tersi bir etki yarattı. En az ilki kadar zevkle izledim. Önyargılarımı silip attı.
Şimdi artık üçüncü film kendini merakla bekletiyor.


Seyriniz bol olsun

20 Mayıs 2014 Salı

YÜKSEK SADAKAT VE ''IV''

Yüksek Sadakat her zaman severek dinlediğim, ilgiyle takip ettiğim bir grup olmuştur.
Ne solist değişiklikleri, ne yoğun eleştirilere maruz kaldıkları Eurovision maceraları hiçbir zaman gruba olan ilgimi azaltmadı.

Söz yazarlığında ustalaşan bir isim olan ve grubun şarkılarında imzası olan Kutlu Özmakinacı, gitarda her zaman başarılı işlere imza atmış olan Serkan Özgen, davulda Alpay Şalt/Deniz Alemdar (Alpay Şalt, dördüncü albüm öncesi gruptan ayrılmıştı), klavyede Uğur Onatkut ve vokalde sırasıyla Cemil Demirbakan/Kenan Vural/Selçuk Sami Cingi isimleriyle ilk albümden bu yana Türk Rock piyasasında güzel işlere imza attılar kanımca.

Söz yazarlığı demişken mesela ilk albümden Kafile'nin hala 2000'li yıllarda yazılmış, bestelenmiş en iyi Türkçe Rock şarkılarından biri olduğunu düşünürüm. Yüksek Sadakat'in de en iyi parçalarından biridir ve tabii Cemil Demirbakan güçlü yorumuyla şarkıyı alıp götürmüştür.

Dinleyenleri bilir 2005'te çıkardıkları ilk albümleriyle yola koyulan Yüksek Sadakat, ilk albüm sonrası solistleri Cemil Demirbakan ile yolları ayırdıktan sonra daha önce Yavuz Çetin, MFÖ gibi isim ve topluluklarla çalışmış olan Kenan Vural ile yoluna devam etmiş ve 2008'de ikinci stüdyo albümleri ''Katil ve Maktül''ü dinleyicileriyle buluşturmuştu. Ayıca bu albüm Alpay Şalt'ın da gruba katıldığı albümdür.

Devam albümleri, hele ki ''ikinci'' ünvanını taşıyan albümler biraz sıkıntılı olur genellikle. İlk albümün gölgesinde kalma endişesi taşır. Hele ki ilk albümle iyi bir çıkış yakalanmışsa...

Ama bana sorarsanız ''Katil ve Maktül'' dile takılan şarkıları, Kenan Vural'ın başarılı vokalleri, başarılı sound'u ve şarkı sözleriyle en az ilki kadar iyi bir albüm olmayı başarmıştır. Grubun olgunlaşma ve kemik kitlesini oluşturmaya başladığı albüm olması açısından önemlidir bence.

Bu ikinci albümün arkasından 2011'de grup bildiğiniz gibi Eurovision şarkı yarışmasında ''Live it up'' isimli parça ile Türkiye'yi temsil etmiş ancak yarı finalde elenerek başarılı olamamıştı. Tabii eleştirilerin ardı arkası kesilmemişti.
Grup için artık bir toparlanma, yeniden işleri yoluna koyma zamanıydı ve çok geçmeden aralık 2011'de üçüncü stüdyo albümü ''Renk Körü'' dinleyici ile buluştu.

Ve grupta bir kez daha değişiklik zamanı. 2012 yazında Kenan Vural ile yollar ayrılırken yeni bir vokal arayışına giren grup aradığı kanı 2012'nin sonlarında Selçuk Sami Cingi ile buldu.

Ben kesinlikle Selçuk Sami Cingi'nin taze bir kan getirdiğini ve tarzıyla, güçlü sesiyle gruba gayet uyum sağladığını düşünüyorum. Bence güzel bir ivme yakaladılar ve bunu aynen devam ettirirler umarım.

Yüksek Sadakat'in çok sevdiğim bir yanı vardır. O da solist değişikliklerinin grubun müzik tarzını bozmaması, solist değişse de grubun oturmuş müziğinin her albümde kendini belli etmesi. (elbet solist seçimlerinin isabetli olmasının da payı var)
Bu yüzden Cingi de geldikten sonra, yeni şarkılarında da o Yüksek Sadakat tadını alabiliyorum dinlerken.

Selçuk Sami Cingi'li Yüksek Sadakat'in ilk şarkısı geçtiğimiz yıl single olarak çıkan ve Cingi'yi Yüksek Sadakat dinleyicileriyle buluşturan ''Fener'' isimli parça oldu.
Arkasından geçtiğimiz yılın sonlarında çıkan ikinci single ''Seninle'' yaklaşan dördüncü albümün ayak sesiydi.

Ve 5 mayısta dördüncü stüdyo albümü geldi: ''IV''

Dördüncü albümü tanıtmak için böyle uzunca grubun geçmişini yazmaya gerek yoktu elbet ama hazır albümden bahsedecekken gruba da değinmek, diskografilerine bir göz gezdirmek istedim.

''Fener'' ve ''Seninle'' parçalarıyla Cingi'nin gruba çok yakıştığını düşünürken, bu dördüncü albümü dinlerken de bu düşüncem perçinlenmiş oldu.
Yerli yerinde bir Yüksek Sadakat ve vokal olarak gruba yakışan, hiç de yeni eleman hissi vermeyen Selçuk Sami Cingi ile hem yenilenen hem de aynı zamanda özünü koruyan bir albüm var karşımızda.

Toplam 11 parçadan oluşan albümde daha ilk dinleyişte kendini hemen sevdiren, tekrar tekrar dinleten şarkılar mevcut. Ben şahsi favorilerimi sıralayacak olursam: Seninle, Beni Bırakma, Yürüyorum, Ucuz Roman ve Fener.

Özellikle akustik tınıları seviyorsanız hoşlanacağınızı düşündüğüm bir albüm ''IV''. Tavsiye edilir.

Bir de son olarak içimden bir ''Yüksek Sadakat top 10'' listesi yapmak geldi. İlk albümden bu yana çoğu şarkılarını severek dinlediğim için karar vermesi, ekleyip çıkarması oldukça zor bir liste oldu. Nihayetinde ben şahsi en sevdiğim 10 yüksek Sadakat şarkısını şöyle sıraladım:

1) Kafile                                         (Vokal: Cemil Demirbakan, Albüm: Yüksek Sadakat)
2) Aşk Durdukça                            (Vokal: Kenan Vural, Albüm: Katil ve Maktül)
3) Seninle                                        (Vokal: Selçuk Sami Cingi, Albüm: IV)
4) Fener                                          (Vokal: Selçuk Sami Cingi, Albüm: IV)
5) Haydi Gel İçelim                          (Vokal: Kenan Vural, Albüm: Katil ve Maktül)
6- Babamın Evinde                           (Vokal: Kenan Vural, Albüm: Katil ve Maktül)
7- İhtimaller Denizi                         (Vokal: Cemil Demirbakan, Albüm: Yüksek Sadakat)
8- En Büyük Aşk                             (Vokal: Kenan Vural, Albüm: Renk körü)
9- Savaşçının Yolu                           (Vokal: Kenan Vural, Albüm: Katil ve Maktül)
10- Belki Üstümüzden Bir Kuş Geçer (Vokal: Cemil Demirbakan, Albüm: Yüksek Sadakat)

Keyifli dinlemeler

19 Mayıs 2014 Pazartesi

YENİDEN COLDPLAY: ''GHOST STORIES''

2000 yılındaki ilk albümleri Parachutes'den bu yana naif şarkılarını kulaklarımıza fısıldayan Coldplay, 3 yıllık aranın ardından altıncı stüdyo albümleri olan Ghost Stories'i bugün itibariyle dinleyicileriyle buluşturuyor.

Geçtiğimiz aylardan bu yana tanıtımlarla, ilk single ''Magic'' ile merakı arttıran albüm, ilk olarak geçtiğimiz hafta iTunes kullanıcılarıyla dijital ortamda buluşmuştu. Bugünden itibaren CD formatında ve Spotify gibi dijital ortamlarda da dinlenebilecek.

Toplam 9 parçadan oluşan albümün şarkı listesi şöyle:

1. "Always in My Head"  

2. "Magic"  

3. "Ink"  

4. "True Love"  

5. "Midnight"  

6. "Another's Arms"  

7. "Oceans"  

8. "A Sky Full of Stars"  

9. "O"  

Keyifli dinlemeler



15 Mayıs 2014 Perşembe

TOPLUMCU-GERÇEKÇİ OLMAK, OLMAK ZORUNDA KALMAK...

Lafa nereden başlamalı bilmiyoruz aslında. Başı sonu belli olmayan bir kabus sanki.
Hengamenin, kargaşanın ortasında bir yerden dahil oluyoruz olaylara, gündeme. Twitter'dan, oradan buradan duyuyoruz bir şekilde. Sonrası hep bir tedirginlik içinde gelişmeleri takip ediş hali. Bazen kötü haber endişesiyle öğrenmeye, bakmaya korksak da meraka yenik düşüp soluğu yine internette, çeşitli mecralarda alıyoruz.

Son zamanlarda vaziyetimiz hep bu ürkütücü tedirginlik işte. Halimizin özeti gibi her şey.

Bu tedirginlik halinde insan rahat edemiyor. Sesini duyurmak, duyuramasa da birileriyle en azından paylaşabilmek istiyor bir şeyleri. Kelimelere, cümlelere dökmek istiyor içindekileri, döküyoruz da, ama ünlemli, üç noktalı cümleler kurmak yetmiyor, işlemiyor vicdandaki huzursuzluğa. Sonu ''yeter!'' çığlıklarıyla biten cümlelere, düşüncelere dönüşüyor ruh halimiz.

Bilemiyoruz her an ne haber alacağımızı. Bu bilememenin huzursuzluğu yansıyor ruh halimize hatta günlük yaşantımıza.
Bir bakmışız, bir haber düşüyor kahve alıp koltuğa kurulacakken. Anneler gününün hemen ertesinde. Emel Korkmaz'ın resmi, sesi düşüyor yüreğe. O çaresizlikle ne kahve içebiliyoruz, ne başka şey düşünebiliyoruz.

Hemen ertesi... Bu kez haber Soma'dan geliyor. Bilanço gittikçe ağırlaşıyor. İnsanın yine dili tutuluyor, aklı tutuluyor. Akla peş peşe gelen ama cevaplanamayan sorular, ihmaller, olaylar zinciri. Yine oturduğumuz yerden seyretmek zorunda kalıyoruz. Öylece bekliyoruz.

Hangimiz okuduğumuz kitaplardan, dinlediğimiz müziklerden, ettiğimiz sohbetlerden tat alabiliyoruz vicdan sızlarken, şimdi, şu son günlerde? Okuyabiliyor muyuz hatta? Dinleyebiliyor muyuz? Aklımız, yüreğimiz bir yerde takılı kalmışken suçluluk duygusu hissetmeden başka bir şeye verebiliyor muyuz kendimizi?
Cemil Meriç güzel söylemiş, iyi ki de söylemiş: ''İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım''
Ama işte gün geliyor, kitaplar bile o kıyıcılığın acısını engelleyemiyor.

İçinde bulunduğumuz durum öyle korkunç ki kitaplara sığınmamıza bile müsait edemeyecek derecede rahatsız edici ve korkunç. Biz bırakın edebiyatı, sanatı; günlük hayatımızda, düşüncelerimizde toplumcu-gerçekçi olduk. Olmak zorunda kaldık çünkü. Başka türlüsünü vicdanımız kabul edemiyor.

Bir toplumun dünü, bugünü uzanıyor önümüzde bütün gerçekliğiyle. Öyle geniş bir geçmiş ki bu artık bazı olanları unutur olduk bile. ''Unutursak kalbimiz kurusun'' dediklerimizi unutmadık elbet ama olayların üstüne olaylar eklendikçe bazı detaylar küçüldü, unutuldu bazen.  Hafızamıza sığmıyor. Çünkü her geçen gün bir yenisi ekleniyor acılara, öfkelere.

Yarın gündemin ne olacağını bilmiyoruz. Bırakın yarını, bugün bile ne olup bittiğini eksik biliyoruz veya bilemiyoruz. Sadece dünü biliyoruz biz. Bugüne dair bildiğimiz şey ise sadece saf bir acı.

Ben artık bir günlük tutmak istiyorum bu yüzden. Hafızam hep diri kalsın, bugünün ihmallerinin, ölümlerinin acısını yaşarken geçmiş de bir yerlerde yazılı olsun, gözden kaçmasın istiyorum. Çünkü, öğrenemedik hala: Bugünümüzü geçmiş inşa ediyor.

Geçen yıl tam da bu zamanlarda daha Reyhanlı'nın yasını tutuyorduk. Üzerinden bir yıl geçti ama o bir yıl içinde daha Reyhanlı tazeyken aklımızda,  onca şey eklendi üstüne. Toplumsal hafızamız yıkım üstüne yıkım yaşadı.

Şimdi bir ulusal yasın ortasında yine çaresizlik duygusu içinde dururken anlatmak istediklerimizi ifade edecek kelimeleri arıyoruz, güçlük çekiyoruz.
Kafamızda soru işaretleriyle bekleyip her yeni güne kötü haber endişesiyle uyanıyoruz. Artık daha tedirgin bakıyoruz bilgisayar ekranına, gazetelere.

Belki bir duruşma, belki bir ölüm, belki bir çıkmaz sokak, belki bir annenin feryadı, bir işçi yakınının acısı.


Biz ihmaller sonucu insanların ölmediği, canların ucuz olmadığı, annelerin gerçekten ağlamadığı, bakanının kurtulan madencisine içtenlikle sarıldığı, çocukların sokaklarda ölmediği, öldürülmediği, sorumlulara haklı hesap sormanın ''siyasete giriyorlar'' diye algılanmadığı, acıların; soğuk bürokrasinin, takım elbiselerin gölgesinde kalmadığı, Ölen işçisinin 15 değil de 19 yaşında olduğunun anlaşılmasının sevindirici haber olarak algılanmayacağı, kim bilir o an sedyede canını düşünmeden önce bu cümleyi kurmasına neler sebep olan  ''çizmelerimi çıkarayım mı?'' diyerek ağlatan işçisinin naifliğine, onuruna sahip bir yer düşlüyoruz.

Ütopya ise ütopya. Biz bunu düşlüyoruz. Maalesef böyle devam ettiği sürece düşlemeye devam edeceğiz. Çünkü düşlemezsek iyiye gidemeyiz.

Yazılanlar yazıldı, çizildi zaten. Daha da fazla uzatamıyorum, daha fazla şey yazacak güç de heves de bulamıyorum açıkcası.

Klasik söylemlere de sığınmak istemiyorum. Çünkü artık ''yok, olmaz o kadar. Mümkün değil'' diyebileceğimiz bir şey kalmadı, inanın kalmadı. Umut sözcüğünün içi boşaldı, sözcükler tükendi. Geriye yaşanan duygular, acılar kaldı sadece bir gerçek olarak.

Bu cümlelerin sonu gelecek mi bilmiyorum ama bir kez daha başımız sağolsun...

13 Mayıs 2014 Salı

VİZYON GÜNLÜĞÜ: ''GODZILLA 3D''

Sinemanın ''blockbuster sezonu'' olarak tabir ettiğimiz yaz sezonu gelip çatmışken dev bütçeli, iddialı filmler, remake'lar de boy göstermeye başladı.

Bu kategorinin merak edilen filmleri içerisinde de şüphesiz 15 yıl aradan sonra beyazperdeye geri dönen canavar ''Godzilla'' da yer alıyor. Bu sefer artık günümüz sinemasının standartı haline gelen 3D teknolojisini
de arkasına alarak dönüyor.

1954'de Japonya topraklarından doğarak ilk kez beyazperdede boy gösteren Godzilla'nın yolculuğu uzun yıllar devam etmiş ve en son Hollywood'un da el atmasıyla 1999'da bir kez daha izleyici karşısına çıkmıştı.

Sonrası Godzilla için pusuya yatma vaktiydi. Ta ki kısır döngü içerisinde kalıp sıklıkla yeniden çevrim yapımlara başvuran Hollywood bir kez daha el atıp beyazperdeye döndürene kadar.

Godzilla'da bu kez yönetmen koltuğunda genç bir isim Gareth Edwards oturuyor.
Oyuncu kadrosu bir hayli iddialı olan filmde, son yıllarda irili ufaklı oynadığı birçok rolle sinema dünyasına hızlı bir adım atan ve fragmanında da bolca gördüğümüz; izleyicilerinin bolca tv dünyasından, Malcolm In The Middle ve Breaking Bad dizilerinden aşina olduğu Bryan Cranston, Ken Watanabe, Aaron-Taylor Johnson, Elizabeth Olsen, Sally Hawkins gibi aşina isimler yer alıyor.

''Godzilla 3D'' bir blockbuster'dan beklenen bol aksiyon, iyi görsel efekt gibi standart vaatlerin ötesine geçip yılın başarılı filmlerinden biri olur mu bilinmez ama canavarın bir kez daha beyazperdeyi titreteceği ve bu yılın blockbuster kategorisinde gişe birinciliğine adayı oluşu kesin gibi.

Film, bu cuma vizyonda.
İyi seyirler.


10 Mayıs 2014 Cumartesi

HALA YÜREĞE DOKUNMAYA DEVAM EDEN ESER: ŞEKER PORTAKALI

Özellikle bazı kitaplar var ki okuyucusu için artık bir kitap olmaktan çıkıp özel bir bağ oluverir ve bunu şüphesiz her eser başaramaz.
Bazen kütüphaneniz yüzlerce, binlerce kitapla da dolu olsa içlerinden birinin adını duymanız kalbinizin o an daha hızlı çarpmasına neden oluverir. Zihninizden sayfaları, olay örgüsü hızla akıp geçer o an. Aradan yıllar geçmiş olsa bile.

İşte benim için de Şeker Portakalı (O Meu Pé de Laranja Lima) böyle kitaplardan biri.

Şeker Portakalı benim için ''Pal Sokağı Çocukları'' ile aynı dönemin, aynı evrenin kitaplarıdır.
Kendimi şanslı hissediyorum, çünkü kitap okumaya bu şahane iki eser ile başlamıştım. Aynı yaşta okuma fırsatını bulmuştum ikisini de. Bu yüzden çok ayrı bir yeri vardır, edebiyat dünyasına bu eserlerle adım atmış, o günden beri ruhu çocuk kalmış her yetişkin gibi.

Önce Macaristan sokaklarında Nemeçsek'in hikayesi sarsıyordu beni. İnadına adını büyük harflerle yazmıştım defterlerime kahraman Nemeçsek'in.
Eğer Pal Sokağı Çocukları okurken ağlamamak içim kendimi zor tuttuğum kitapsa, Şeker Portakalı da dayanamayıp hönküre hönküre ağlayıp içimi boşalttığım kitaptır. Çocukluğun bam teline dokunan kitaptır.

Nemeçsek'in hüznünde ne kadar metin tuttuysam kendimi Zeze'de o kadar titremiş, o kadar sarsılmışımdır.
Sonrasında kitap bitti, devam kitapları Güneşi Uyandıralım ve Delifişek de peşi sıra okundu.
Kitaplar okuduk, biz büyüdük, devam ettik okumaya, öğrenmeye, yitirmeye, büyümeye...
 ve masumiyetimizi Şeker Portakalı'nın sayfalarında sakladık. Çünkü Şeker Portakalı evet, belki her yaşta okunabilir ama en güzeli, en heyecanlısı çocukken okumaktır. Bu yüzden çocukken okuyabildiğimiz için yıllar geçse de hissettirdikleri unutulmaz.

Şimdi gelelim bu yazıyı yazma sebebime...
Birkaç hafta öncesi. Sinema sitelerinde gezinirken ''Gelecek filmler'' listesinde bir afiş çarpıyor gözüme. Sonra filmin ismine bakıyorum, önce şaşırıyorum, emin olamıyorum. Kontrol ediyorum, konusunu okuyorum. Evet, o: Vasconcelos'un Şeker Portakalı

Meğer filmi çekilmiş, sessiz sedasız vizyona girecek 23 Mayısta.
Aslında okuduğum kitapların filmlerine karşı bir önyargım olur. Genelde de hüsranla sonuçlanmıştır kendi adıma izlediğim kitap uyarlamaları. Ama söz konusu Şeker Portakalı olunca heyecanlanmamak mümkün değil.

En azından şimdilik şunu söyleyebiliriz: Bir hollywood yapımı değil. Bundan dolayı, kendi özünü koruması açısından bu iyi bir haber.
Brezilyalı bir yönetmen ve oyuncularla tamamen kendi topraklarında çekilmiş. Bu yüzden ümitlenebiliriz sanırım. Çünkü bu tür yapıtların kendi coğrafyalarında beyazperdeye aktarılmaları gerektiğini düşünürüm. En azından bu konuda içim rahatladı.

Film nasıl olmuş, bunu 23 mayısta vizyonda göreceğiz.
Keşke 2012 yapımı bu film, bizde vizyona girmek için bu kadar beklemeseymiş.



Bumerang - Yazarkafe