16 Nisan 2014 Çarşamba

BİR YIL SONRA DURUP BU NOKTADA BAKMAK, YAZMAK...

Defterden Notlar'ı oluşturup burada yazmaya başlayalı bir yıl olmuş farketmeden de.
Bu noktada durup da düşündüğüm zaman aklıma ilk gelen şey bir söz oldu. İzleyenler hatırlayacaktır. Genç yaşta kaybettiğimiz Seyfi Teoman'ın ''Bizim Büyük Çaresizliğimiz'' filminde Ender karakteri şöyle bir şey söyler: ''Okumak kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti''

Bu söz her aklıma geldiğinde ne kadar bocaladığımı düşünüyorum aslında. Çünkü kendi açımdan düşününce hak veriyorum. Kitap okudukça, yeni şeyler öğrendikçe, o usta kalemleri okudukça aslında ne kadar da kaleminizin küçük kaldığını anlıyorsunuz. Bir cesaret kırılması oluyor bazen. Öyle satırlar okuyorsunuz ki okurken kendi yazdıklarınızdan utanır hale gelebiliyorsunuz. Bu yüzden bazen hiç yazmıyorsunuz, sadece okuyorsunuz. 
Bu işte bir ters orantı var gibi. Okudukça, veya daha doğrusu sadece okumak için de geçerli değil. Aynı zamanda dinledikçe, izledikçe dünyanız genişliyor, bilgi dağarcığınız artıyor ama sanki bir yandan da kendinizi bir ''hiç'' olarak hissetmeye doğru yol alıyorsunuz. Çünkü bu bir açlığa yol açlıyor. Daha çok okuma, daha çok izleme, daha çok dinleme ve daha çok ''keşfetme'' duygusu.

Ama işte her ne kadar bir noktada cesaret kırılması yaşasa da insan, o keşfetme duygusunun da itelemesiyle yazmayı denemek istiyor. Bir şeyler denemek. Hiçbir beklenti olmadan, sadece içindekileri dökerek yazmayı denemek.
Sanırım bu yüzden de işte ürkek adımlarla yazmayı denemeye devam ediyorum ben. Okumak yazmamayı öğretse de, bir yandan da ısrarla bir şeyler karalayabilmek istiyorum. Bu yüzden karalamaya devam ediyorum bu noktada.

Gelelim bu blogun öncesine...

Aslında bu blog öncesinde blogger'lık maceram vardı, devam ediyordu. Sadece sinema üzerine yazdığım iki blog denemem vardı ancak bunlar uzun süreli devam edemedi. Çünkü açıkcası sadece sinema üzerine yazmak bir süre sonra bana sıkıcı demeyelim de bir alan sınırlayıcı olarak gelmeye başladı. Çünkü konsept sinema olunca o konseptin dışına çıkıp blogun amacından sapmamak için başka herhangi bir konuda yazamıyordunuz.  Bu da bir süre sonra can sıkıcı olarak gelmeye başladı. 

Bir başka sebep de sinema üzerine yazdığım yazılar ve halen arada bir yazıyor olduğum yazılar işinin ehli, teknik analiz içeren yazılar değildi. Dolayısıyla hala sinemadan kopmamış olsam da, ilgimi hiçbir zaman kaybetmemiş de olsam kendimi bu konuda rahatlıkla eleştiri yazabilecek uzman kapasitede görmedim hiçbir zaman, iddialı olmadım. Benim yazdıklarım sadece o filme yönelik duygularımı içeren, beğeni unsurlarıyla alakalı yazılar. 
O yüzden sadece sinema üzerine bir blog işini, sinema-tv üzerine eğitim görmüş olan, mesleği bu yönde veya yeteneği bu yönde olan arkadaşlardan okumak en iyisi olacaktı. Bu sebepten blogger geçmişimdeki sinema blogum uzun sürmedi.

Konu sınırlaması olmayan, başka tabirle ''kişisel'' bir blog oluşturmak istedim. Aklıma gelenleri, hafızama kazınanları, izlediklerimi, dinlediklerimi veya gördüklerimi içerecek bir blog olmalıydı.
Böylece ''Defterden Notlar'' ortaya çıktı. Evet, belki ismiyle müsemma değil, defterin yerini klavye, teknoloji almış olsa da deftere alınan o küçük notlar samimiyetinde olsun istedim. Eğer bugüne dek bu blogu okuyanlara bu samimiyet geçtiyse ve okuyanlarla, yorum yazanlarla birlikte bunu oluşturabildiysek o zaman ne mutlu bana. 

Okumak dalgalı bir deniz gibi. Kimi zaman yutuveriyor, cesaret kırıyor, kimi zaman da itiyor yazmaya. Bu yüzden her şeye rağmen yazmayı denemek güzel şey. Denemeye devam o halde.

2 yorum:

Bumerang - Yazarkafe