29 Mart 2014 Cumartesi

DOĞA İÇİN ÇAL'DAN BİR ARA ÇALIŞMA

Biliyorum gündem yoğun ve kirli. Malum, durum böyle olunca başka bir şey konuşulmuyor şu sıralar. Ülke seçime odaklanmış vaziyette.
Hadi gelin biraz uzaklaşalım gündemin nefes daraltıcı atmosferinden, nefes alalım. Zaten seçim yasağı da var. Biraz kafa dinleme zamanı, bir şeylere kulak verme zamanı.

O yüzden ''Doğa için Çal'' projesinden bahsetmek istedim.
Fırat Çavaş ismi projeyi bilenler için tanıdık gelecektir. Ersan Özcan ile beraber (bu arada Ersan Özcan'ın sonradan projeden ayrıldığını ve ''Yoroz'' isimli ilk solo albümünü çıkardığını da dipnot olarak düşeyim.) projeyi oluşturduktan sonra ''Doğa İçin Çal'' projesi ilk çalışmasını 2009'da sunmuştu ve büyük beğeni toplamıştı.
Ardından güzel türkü repertuvarlarıyla, güzel çekimlerle proje her yıl bir çalışma ortaya çıkardı, her biri de sevildi, dinlendi.
Benim şahsi favorim ise 2010'da çıkan ikinci çalışma oldu. Aşık Veysel'in Uzun İnce Bir Yoldayım'ı kendini tekrar tekrar bıkmadan dinleten bir düzenleme ile ve tabii ki seslendirenlerin ruh kattıkları samimi yorumlarıyla benim en beğendiğim çalışma oldu.
Tabii aslında bu ''en beğendiğim'' kısmı diğer çalışmalara da haksızlık olacak gibi. Çünkü her biri özel, her biri güzel.

''Doğa için Çal'' projesi şimdilerde yeniden gündemde. Vakti de gelmişti zaten. (Her yıl bahar aylarında çıkardıkları için) Ancak bu sefer bir ara çalışma olacakmış. Yani 6. çalışma için biraz daha sabretmemiz gerekecek.
''5'den sonra, 6'dan önce ara bir çalışma'' olarak duyurdukları Akapella'dan teaser da yayınladılar. Çalışma pek yakında bizlerle olacakmış. Sonrasında da kısmet altıncısı için artık. Bekliyoruz.

16 Mart 2014 Pazar

PAZAR SİNEMASI

Eskiden beri bilinçaltıma işlemiş bir şekilde. Herhangi bir pazar günü deyince aklıma ilk olarak sinema gelir. Bunun birçok sebebi var, aranızda benim gibi düşünenler de vardır.
Pazar gününün verdiği o sakinlik, bütün sorumluluklara karşı bir boşvermişlik duygusu insanda mutlaka o günü özellikle bir aktiviteye ayırma duygusu uyandırır. Bende böyle oluyor en azından.
Kitap veya müzik de güzel, bir yere kadar ama.. Sonrası illa bir film seçmece telaşı.

Sinemada da bu yüzden bir ''Pazar Sineması'' geleneği diye bir şey var. Bu algı yerleşmiştir her sinemaseverin zihnine.

Daha henüz Imdb imiş, ödül törenleri imiş duymadığım, aklımın ermediği zamanlar. Televizyonda yayınlanan dublajlı filmler, (şimdi dublaj tercih etmesek de hepimizin ilk başladığı nokta da dublaj değil midir?)
pazar sabahları yayınlanan western filmleri, eğer film gece geç saatte bitiyorsa ve yarın okul da varsa aman ev ahalisi kızmasın, onlara yakalanmayayım diye hem korku hem merakla kısık sesle filmi izlemeye devam etmek, bir yandan bir gözün saatte, bir kulağın da koridordan gelecek seste olması ve hep acı, sinir bozucu bir tesadüf olarak en merak edilen filmlerin hep pazar akşamına konulması. Elde de mutlaka bir bardak ılık süt.

Hala da aklımızda olan Parliament Pazar gecesi sinemasını da eklemek lazım. Çok payı olmuştur. İlk kez izlediğim Tim Burton'un Batman filmleri, şimdi burun kıvırsam da o zaman güzel gelen atmosferiyle Joel Schumacher'in yönettiği Batman filmleri. Jurassic Park'lar, Jaws'lar diye diye devam eder bu liste.

Bir de unutmadan, ayrıca pazar gecesi sineması demek benim için dublajlı Robin Williams demekti. Dead Poets Society, Patch Adams, Good Moorning Vietnam. Beni Robin Williams ile tanıştırmıştır pazar sineması kuşağı. Seslendireni de es geçmemek lazım: Williams'a karizmatik sesiyle cuk diye oturan Güner Ümit

Sonrasında vcd player ile tanışmam ve dilediğim zaman alabileceğim bir cd ile film izleyebilecek olma özgürlüğünün yaşattığı mutluluk. Artık bana her gün pazar oldu böylece. (Bilgisayar kullanmaya başlayınca bile bu kadar şaşırmamış, etkilenmemiştim ben. Önemlidir vcd player)
Daha sonra tanıştığım dvd player olayı o kadar büyük değildi gözümde mesela. Vcd kadar devrim niteliği taşımıyordu benim için. Tek farkı kutusu genişlemesine olan ve tek adet diskten oluşan filmler. Tabii en önemli yenilik artık altyazılı seçeneğiyle izleyebiliyor olmak. Hatta ilk kez dvd film izleyişimde ''ne zaman bitecek ilk yarısı'' diye merak ede ede bitirmiştim filmi (Eskiden ne ufak, masum dertlerimiz varmış görüyor musun?) O yüzden biraz dvd'ye geçiş sürecinde sancı çekmişimdir, ha sonra onu da sevdim orası ayrı tabii.


Sonrası malum hikaye, gelişen teknoloji ve günümüz. Pazar sineması kavramı da evrimleşti kendi içinde ama hala duruyor. Parliament sunmasa da... Kendi filmimizi belirliyor, biz sunuyoruz artık.

Peki, siz bu pazar hangi filmi izleyeceksiniz?

15 Mart 2014 Cumartesi

YAŞAMAK HATIRLAMAKTIR

''İkinci Yeni'' akımının temsilcilerinden, şair, çevirmen, söz yazarı. Çok yönlü bir kişilik Ülkü Tamer
Bir o kadar da ilginç, renkli anılarla dolu bir hayat hikayesine sahip. Gaziantep'teki çocukluğundan, sinema ile tanıştığı günlerden başlayıp, oradan İstanbul'a, Robert Kolejine ve hayatını şekillendirecek olan arkadaş çevresine, tanışmalarına dek uzanan bir solukta okunası bir hayat hikayesi.

Ülkü Tamer, tüm bu renkli, yakın tarihin her dönemine tanıklık etmiş anılarını ilk kez 1998'de YKY tarafından yayımlanan ''Yaşamak Hatırlamaktır'' isimli anı kitabında toplamıştı. (Kitap daha sonra 2011'de Doğan Kitap
tarafından tekrar basıldı)

Benim de açıkcası Yaşamak Hatırlamaktır'dan haberdar olmadan önce Ülkü Tamer hakkındaki bilgim şiirleri, yazdığı şarkı sözleri (ve tabii unutmadan ''Harry Potter ve Felsefe Taşı'' çevirisi) ile kısıtlıydı ki zaten Yaşamak Hatırlamaktır'ı da geçen yıl yky baskısını bir sahaftan tesadüfen bulup okuma fırsatım olmuştu.
Yanlış bilmiyorsam Yky baskısı artık pek bulunmuyor, bulacak olanlar kitabın Doğan Kitap baskısını edinebilirler.

Okuduktan sonra tekrar tekrar kendini hatırlatan Ülkü Tamer anıları dün bir kez daha aklıma düştü ve bir anısını paylaşmak istedim.
Lafı uzatmadan kitaptan güzel bir Ülkü Tamer anısı:

''1972. Mexico City'den Rio de Janeiro'ya gidecektim. Ama vizem yoktu. Vize almak için Brezilya Büyükelçiliği'nin yolunu tuttum.
Elçiliğin kapısını çaldım. Açan yok. Bir daha. Yine açan yok. Hadi, bir daha... Sonunda, son derece şık, kır saçlı, yaşlıca bir adam belirdi kapıda.
"Buyrun?" diye sordu.
"Vize almak için geldim," dedim.
"Haftaya geleceksiniz."
"Neden?"
"Noel tatilindeyiz."
"Ama benim yarın Brezilya'ya gitmem gerek," dedim.
"Maalesef bir şey yapamayız. Çalışanlar tatilde."
"Bakın," dedim, "ben taa İstanbul'dan geliyorum."
Adam, "Büyükelçiyle benden başka kimse yok. Herkes izinde. Elimden bir şey gelmez," dedi.
Nasıl olduysa, ağzımdan, "Ben şimdi Pele'nin ülkesini göremeyecek miyim?" sözü çıkıverdi.
Adam bir an durakladı. Bana bakıp, "Siz Pele'yi biliyor musunuz?" diye sordu.
Saymaya başladım:
"Felix, Alberto, Everaldo, Clodoaldo, Brito, Piazza, Jairzinho, Gerson, Tostao, Pele, Rivelino..."
İki yıl önce İtalya'yı 4-1 yenip Dünya Şampiyonluğunu kazanan Brezilya takımının oyuncularını kaleciden solaçığa kadar sıraladım.
Adam kapıyı açıp içeri, büyük bir salona aldı beni. Bir koltuk gösterip, "Buyrun, oturun, ben şimdi geliyorum," dedi. Salondan çıktı.
Biraz sonra, pijamasının üstüne giydiği robdöşambrla Büyükelçi geldi salona.
"Arkadaşım Brezilya milli takımını ezbere saydığınızı söylüyor," dedi.
Durur muyum! Yine başladım:
"Felix, Alberto, Everaldo..."
Büyükelçi, sehpadan aldığı çıngırağı çaldı. Gelen uşağa, "Bize kahve getir. Masamdaki mührü de getir," dedi.
Kısa bir süre sonra, cebime vizeli pasaportumu koymuş, Büyükelçi'yle dünya futbolu üstüne koyu bir sohbete dalmıştık.
Ayrılırken, Büyükelçi kapıya kadar geçirdi beni. Elimi sıkarken, "Brezilya şampiyon oldu," dedi, "ama golü siz attınız."
Ertesi gün, Rio havaalanında öteki yolculara ahret soruları sorulurken, ben özel "visa de cortesia" mührünü taşıyan pasaportumla gümrükten krallar gibi geçecektim!


Benzer bir olay da Rio de Janeiro'da başımdan geçti.
Rio'nun kıyı şeridi boydan boya kumsal. Kilometrelerce uzanıyor. Kumsala belirli aralıklarla kale direkleri dikilmiş. Binlerce insan Copacabana'da kızgın güneş altında top koşturuyor. Futbol, Brezilyalı gencin umudu. Yıllar içinde umut keyfe dönüşüyor, ama futbol yaşamın tam ortasındaki yerini koruyor.
Bir "şehir turu" na katıldım. Minibüsle Rio'yu şöyle bir dolaşacak, ünlü İsa heykeline çıkacağız.. Tur bütün gün sürecek.
Şoförün yanında oturuyorum. Minibüsün arkası, Amerikalılarla dolu. Hepsi orta yaşın üstünde. Bağırarak konuşuyorlar, sürekli kahkahalar atıyorlar.
Ama iki dakika içinde, minibüs ölüm sessizliğine büründü. Şoförümüz aksi mi aksi bir adamdı çünkü. Gülenleri terslemekle başladı işe. Sonra durup dururken birkaç kere bağırdı. Portekizce küfürler savurdu. Tura katıldığımıza hepimizi bin pişman etti.
Sessizlik içinde giderken, caddede dev bir afiş çarptı gözüme. Üstünde Pele'nin fotoğrafı vardı. Kendi kendime, "Pele," diye mırıldandım.
Şoför ters ters baktı bana. Sonra, "Sen Pele'yi nereden biliyorsun?" dedi.
Son Dünya Şampiyonu olan Brezilya milli takımını ezbere saymaya koyuldum:
"Felix, Alberto, Everaldo, Clodoaldo..."
Ne olduysa o anda oldu işte. Şoför, direksiyonu bıraktı. Bir an yüzüme baktı. Sonra boynuma sarıldı. Beni yanaklarımdan öpmeye başladı.
O adam gitti, yerine bambaşka bir adam geldi. O aksi, nemrut herif, güleç, sevimli, tatlı dilli, saygılı bir insan oluverdi birdenbire.
Minibüsü bir açıkhava kahvesinin önüne çekti. Kapıları açtı.
"Buyrun," dedi herkese. "Vaktimiz çok. Kahveler benden."
Minibüsten inip kahveye yöneldik. Amerikalılar, şaşkınlık içinde, çevremi sardılar.
"Şoföre ne söylediniz de birdenbire böyle değişti?" diye sordular.
"Brezilya futbol takımı oyuncularını saydım," dedim.
İnanamıyorlardı.
"Ne yaptınız, ne yaptınız?"
"Brezilyalı futbolcuların adlarını saydım."
Akılları nereden erecek!
"Anlamadık," dediler.
"Boş verin," dedim. "Bunu anlamak için ya Akdenizli ya da Latin Amerikalı olmanız gerekir."



9 Mart 2014 Pazar

AKLA, RUHA KAZINAN BİR SOUNDTRACK

Llewyn Davis, patırtılı, uzun bir yolculuktan sonra yolu Chicago'ya düştüğünde, o ince çizgide umudunu tazeleyebilmek için prodüktör Bud Grossman'ın karşısına çıkar. Soğuk kış mevsiminde ıslak çorapları, ince paltosu ve tek umudu olan gitarıyla.

Bud Grossman, karşısında gitarıyla Inside Llewyn Davis'den bir parça çalmasını ister. Llewyn usulca dokunmaya başlar gitara. Kraliçe Jane'in ölümünü anlatır.
Birkaç dakika sonra şarkıyı bitirdiğinde Grossman'dan duyduğu şeyler teselliden ibarettir yalnızca.
Bir tavsiye verir Grossman, eski ortağınla tekrar bir araya gelin der.
Yorgun Llewyn'in ağzından sadece tek bir kelime çıkar: Peki
Grossman'dan umduğunu bulamamıştır Llewyn ama filmin izleyicisinin içine işlemiştir çoktan.

Soundtrack'ı da en az kendisi kadar naif, güzel bir film: Inside Llewyn Davis
2013'ün en çok dinlediğim, beğendiğim soundtrack'ı olan Inside Llewyn Davis'da toplam 14 parça bulunuyor ve vokallerin çoğu filmin de başrol oyuncusu olan Oscar Isaac'a ait. Ayrıca Justin Timberlake'ın önemli katkıda bulunduğu albümde Carey Mulligan'ı da dinlemek mümkün.

Liste:
01. Hang Me, Oh Hang Me 
02. Fare Thee Well (Dink's Song)
03. The Last Thing on My Mind (with Punch Brothers)
04. Five Hundred Miles 
05. Please Mr. Kennedy
06. Green Green Rocky Road (with Oscar Isaac)
07. The Death of Queen Jane
08. The Roving Gambler (with John Cohen)
09. The Shoals of Herring (with Punch Brothers)
10. The Auld Triangle
11. The Storms Are on the Ocean
12. Fare Thee Well (Dink's Song) 
13. Farewell (Studio Version)
14. Green, Green Rocky Road


İyi pazarlar


8 Mart 2014 Cumartesi

YIKIK BİR SİNEMANIN SİLÜETİ

Aranızda bağ kurduğunuz bir sinemanın yıkılması üzer insanı. Aslında genele yaymak lazım, daha doğru bir ifadeyle bir sinemanın yıkılması üzer insanı.
Çünkü bir sinema salonu sizin ile dünya arasında, hayat arasında bir köprü görevi görür. Beyazperde üzerinde birbirinden farklı hikayelere yolculuk ettikçe zaten ister istemez bir bağ oluşması kaçınılmazdır. Bu yüzden insan sinemasını sahiplenir. Defalarca oturduğu kırmızı koltuğu benliğinin bir parçası olarak kabul eder.

Ama... Aması da var maalesef. Yıkıldığını görür insan bazen. İş makinelerinin sesini duyar, duvarlarının yıkıldığını, beyazperdesinin yok olduğunu da görür.

Küçük bir sinemaydı. Tek salondan oluşan, şirin, avm içine hapsolmamış bir mekandı. Yıllarca gittiğim, küçük fuayesinde film öncesi bir kahve alıp içtiğim, meraklı gözlerle gelecek programına göz attığım bir sinemaydı. Alternatifsizdi benim için. Kendimi bağımsız hissedebildiğim bir kaçamak yeriydi.
Düşünün, küçük bir şehirde yaşıyorsunuz ve kültür-sanat faaliyetleri kısıtlı. Elbette bu sinemanın bende ayrı bir yeri olması da bu yüzden kaçınılmazdı.

Sonra bir gün yaz tadilatı dolayısıyla kapatıldı ama bu her yıl olan bir şey olduğu için umursamadım. Ne de olsa tekrar açılır diye düşündüm çünkü genelde her yıl temmuz-eylül ayları arası kapanırdı.
Meğer işin rengi öyle değilmiş. Ne oldu ne bitti, kapatılmasına gerekçe ne idi öğrenemedim ama eylül geldi, ekim geldi o sinema hiç açılmadı.
Uzun bir süre öyle hayalet gibi durdu oracıkta. Cansız, ruhsuz, paslanmış, eski film afişleri yerlerde sürünmüş kapısına kilit vurulmuş bir şekilde öylece durdu. Dile gelse neler diyecek, ne dertler yanacak kim bilir?

En sonunda birilerinin aklına gelmiş anlaşılan akıbeti. Fakat yeniden açmaya hiç niyetleri olmamış. Bir gün iş makinelerinin sesleri yükseldi, yeniden açılacağına dair umutlar da tükendi. Yıkmaya başladı makineler.
Perdesi, koltukları, gişesi. Hepsi bir enkaz yumağı haline gelene dek yıktılar.
En sonunda yıkım bitti, enkaz içinde bir arazi kaldı geriye. Baktığımda o sinemadan geriye sadece salonuna çıkan merdivenin arazide ayakta kalan tek yapı olduğunu gördüm. Evet, bir merdiven de olsa ayakta kalmıştı.
Düşündüm de kim bilir o merdiveni kaç kez inip çıktım? Kaç kez üstüne kola, patlamış mısır döküldü?

Ve sonrası... Birkaç ay boş kaldıktan sonra geçenlerde yeni bir inşaatın temelleri atıldı. Geriye kalan tek merdiven de yıkıldı. Sanırım bir apartman dikiliyor şimdi. Ne büyük eksiklik ama, tam da buna ihtiyacımız vardı zaten bizim de.
Şimdi artık oradan geçmekten nefret ediyorum. Pek geçmiyorum önünden. Geriye kalan son merdiven de yani o sinemaya dair son iz de yıkıldığına göre artık beni o araziye bağlayan bir şey kalmadı demektir.
Artık somut olmayan, anılarda yerleşen bir sinema olarak kaldı, tıpkı yıkılan her sinema gibi.

Tüm yıkılan sinemalara selam olsun...

5 Mart 2014 Çarşamba

COLDPLAY'DAN YENİ ALBÜM: GHOST STORIES

''Alternative Rock'' denildiği zaman ana akım müzisyen, gruplar içerisinde akla ilk gelen isimlerden olan ''Coldplay'' altıncı stüdyo albümünü duyurdu: Ghost Stories

19 Mayısta Parlaphone/Atlantic Records etiketiyle satışa sunulacak olan ve 9 şarkıdan oluşacağı açıklanan albümün ilk single'ı ''Magic'' de Coldplay takipçilerinin beğenisine sunuldu.

Grubun son albümü 2011'de çıkan ''Mylo Xyloto'' kanımca Coldplay diskografisi içinde en Coldplay olamayan, beklentiyi karşılamayan bir albümdü. Umarım bu kez sonuna kadar o tanıdık Coldplay hissini, tarzını duyabileceğimiz bir albüm ile geri döner Chris Martin ve ekibi.

Şimdilik Mayıs ayına kadar sabredecek ve ilk single ile vakit geçireceğiz.

4 Mart 2014 Salı

İÇİNDE GÜNEŞ DOĞMAYAN BİR HİKAYE: THE SELFISH GIANT

İngiltere...
Soğuk, puslu, yağmurlu bir atmosfer. Şehrin iki farklı yüzünden biri. Sorunlar içinde büyümüş çocuklar, eğitim sistemiyle arası iyi olamayanlar, küçücük yürekleriyle karşı koymaya çalışanlar ama illa ki dönüp dolaşıp tekrar o sistemin içinde kaybolanlar, çaresiz aileler, küçük bedenler ama büyük umutlar...
Ve birbirlerine tutunmuş iki çocuk.

Bu iki çocuğun hikayesine odaklanırken bambaşka bir İngiltere sunuyor yönetmen Clio Barnard. Süslü caddelerden, vitrinlerden, telefon kulübeleriyle, mimarileriyle ünlü İngiltere'den öte farklı bir İngiltere yüzü var karşımızda. Çarpıcı, sarsıcı, mekandan bağımsız, tamamen hikayenin içine sokan çok başarılı bir film The Selfish Giant.

Soğuk, yağmurlu, depresif ama capcanlı, gerçekçi bir depresifliğe sahip bir hikaye. Üzerine güneş doğmayan bir hikayenin filmi.

Ülkemizde !f Bağımsız Filmler Festivali kapsamında üç şehirde (İstanbul, Ankara ve İzmir) gösterilen 2013 İngiltere yapımı The Selfish Giant; yönetmen Clio Barnard'ın ilk uzun metraj filmi ve bir ''ilk film'' için son derece başarılı bir film. Ben de filmi !f kapsamında izleme fırsatı buldum.

Kendi küçük dünyalarında bir kaçışın peşinde iki yakın arkadaş: Arbon ve Swifty
Okulla araları iyi olmayan, çevreleri tarafından hor görülen, polisle başının belaya girmesini istemeyen işverenler tarafından kullanılan, birlikte binbir türlü hayallerle hurdacılık yaparak para toplamaya çalışan, erken büyümek zorunda kalan ama ruhları büyümek istemeyen iki çocuğun hikayesini başarılı bir sinema diliyle anlatıyor yönetmen Barnard.
Bir ''ilk film'' olarak sadece kendisinin değil, aynı zamanda başrollerde izlediğimiz iki başarılı performansın sahibi Conner Chapman ve Shaun Thomas'ın da rol aldıkları ilk film.

Öncelikle karakterler çok başarılı. Oyuncuların gerçekten de ortaya bir karakter koymayı, derinleştirebilmeyi başardığını görüyorsunuz ki bazı kötüyü temsil eden tiplemeler hariç, ana karakterler desek daha doğru olacak. Kimi zaman kızıyorsunuz, belki nefret ediyorsunuz, sonra bir anda duygularınız, hissettikleriniz değişiyor. Vicdan muhasebesi yapmaya zorlayan bir film kısaca.
Belki o çocukları izlediğiniz zaman kendi çocukluğunuza döneceksiniz, o masumiyeti, görünen sert, aksi mizacın altındaki kırılgan hissi yaşayacaksınız.

Karakter ortaya koymak dışında bir başka dikkatimi çeken nokta filmde müzik kullanılmaması oldu. Sadece bir sahnede arkadan  müzik duyar gibi oldum ki kullanıldığı sahne tam nokta atışı gibi olmuştu, bunun dışında anlatmak istediğini müziğe, notalara yüklememeyi başaran ve iyi de yapan, filmin dram yükünü tamamen hikayenin işlenişi ile vermesi bu filmi daha da etkileyici kılıyor. Eminim her sahnede yoğun bir müziğe maruz kalsak bu kadar iyi olmayacaktı.

Hikaye işlenirken sadece arkada çalışan o iş makinelerinin sesi veya sokaktaki hayatın sesi bile zaten bu hikayeye yeterince güzel bir fon oluşturuyor.

!f kapsamında gösterildikten sonra ülkemizde vizyon şansı bulur mu bilemem ama eğer siz izlemenin bir fırsatını bulursanız bu hikayeye mutlaka küçük bir vaktinizi ayırın.
İyi seyirler.

3 Mart 2014 Pazartesi

86. OSCAR ÖDÜL TÖRENİ

Oscar ödül törenleri bu yıl 86. kez, Ellen Degeneres'in renkli ve hatta birçok açıdan Oscar törenleri arasında unutulmazlar arasına girecek olan sunumuyla düzenlendi.
Gecede genel olarak sürprizlere yer yoktu, tahmin edilenlere gitti ödüller diyebiliriz. Geceyi domine eden film aldığı 10 adaylıktan 7'sini oscar'a çevirmeyi başaran Gravity oldu. En iyi kurgu, en iyi yönetmen, en iyi görsel efekt gibi önemli dallar dahil olmak üzere 7 dalın galibi Cuaron'un filmi oldu.

Gravity dışında, gecenin ''En iyi film'', ''En iyi uyarlama senaryo'' gibi önemli ödülleri ise Steve McQueen filmi 12 Years a Slave'a gitti. Böylece filmografisine baktığımızda kanımca McQueen en zayıf filmiyle Oscar'ı kucakladı. Öte yandan filmin yapımcıları arasında yer alan Brad Pitt ise oyuncu olarak olamasa da yapımcı olarak ilk Oscar heykelciğini aldı.

Gecede sıfır çeken önemli adaylar da vardı. Törene iddialı gelen David O.Russell yönetimindeki American Hustle ve Martin Scorsese filmi ''The Wolf of Wall Street'' adaylıklarını ödüle çeviremedi. Gecenin en çok merak edilen ve konuşulan dallarından biri olan ''En iyi erkek oyuncu'' kategorisinde Matthew McConaughey en yakın rakibi olarak görülen Dicaprio'yu geride bırakarak ilk Oscar adaylığında ilk ödülüne kavuştu. Dallas Buyers Club Altın Küre'de olduğu gibi Oscar'da da oyuncu kategorilerini domine etti.

Şahsi düşüncem; The Wolf of Wall Street uyarlama senaryo dalında ödüllendirilerek eli boş gönderilmemeliydi.
Bu yıl en beğendiğim film olan ''Her'' ise En iyi özgün senaryo dalını boş geçmeyerek teselli etti.

Öte yandan Baz Luhrmann filmi ''The Great Gatsby'' sadece iki dalda aday olmasına rağmen aday olduğu iki dalı da ödüle çevirerek gecenin kazananlarından oldu. American Hustle'ın en iddialı olduğu dallardan olan ''En iyi kostüm tasarımı'' ödülü de The Great Gatsby filmine gitti.

Tabii ki tüm dağıtılan ödüllerden de öte geceye damgasını vuran birçok unutulmaz an da yaşandı. Ellen Degeneres'in eğlenceli performansıyla övgü topladığı gecede, spontane gelişen birkaç ünlü isim ile toplanıp çektirdiği selfie ve bunu sosyal medyada yayınlaması büyük yankı uyandırdı. Ellen Degeneres'in bu fotoğrafı twitter'da iki milyondan fazla kez retweet edildi. Ayrıca dağıttığı pizzalar da gecenin bir başka neşeli ayrıntısı oldu.

İşte kazananların tamamı:
En İyi Film
12 Years A Slave

En İyi Yönetmen
Alfonso Cuaron (Gravity)

En İyi Kadın Oyuncu
Cate Blanchett (Blue Jasmine)

En İyi Erkek Oyuncu
Matthew McConaughey (Dallas Buyers Club)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Lupita Nyong'o (12 Years A Slave)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Jared Leto (Dallas Buyers Club)

En İyi Orijinal Senaryo
Her (Spike Jonze)

En İyi Uyarlama Senaryo
12 Years A Slave (John Ridley)

En İyi Yabancı Film
The Great Beauty

En İyi Görüntü Yönetimi
Gravity (Emmanuel Lubezki)

En İyi Sanat Yönetimi
The Great Gatsby (Catherine Martin ve Beverley Dunn)

En İyi Animasyon
Frozen

En İyi Belgesel
Twenty Feet from Stardom

En İyi Belgesel (Kısa)
The Lady In Number 6

En İyi Animasyon (Kısa)
Mr. Hublot (Laurent Witz ve Alexandre Espigares)

En İyi Kısa Film
Helium

En İyi Müzik
Gravity (Steven Price)

En İyi Şarkı
Let It Go (Frozen)

En İyi Görsel Efekt
Gravity (Tim Webber, Chris Lawrence, Dave Shirk ve Neil Corbould)

En İyi Kurgu
Gravity

En İyi Ses Miksajı
Gravity (Skip Lievsay, Niv Adiri, Christopher Benstead ve Chris Munro)

En İyi Ses Kurgusu
Gravity (Glenn Freemantle)

2 Mart 2014 Pazar

''ALTERNATİF FİLM ÖDÜLLERİ'' ANKETİNDE SONUÇLAR

Bu gece düzenlenecek olan 86. Oscar ödülleri öncesinde birkaç gün önce sinemaseverlerden nabız ölçmek adına, farklı seçeneklerin, dalların da yer aldığı alternatif bir anket düzenlemiştim.
Öncelikle katılan, oylayan herkese teşekkürler. Anket bu akşam itibariyle sonuçlandığına göre sonuçları açıklama zamanı.

Sonuçlara bakınca dikkatimi çeken ilk şey; neredeyse aday olan her film az veya çok mutlaka oy almış. Yani oy dağılımında bir çeşitlilik söz konusu. Sadece bazı birkaç dalda keskin bir oy farkı var. O birkaç dalın dışında oy veren birçok kişinin farklı favori filmleri olduğunu gördüm.
Buradan da bu yıl aday olan filmlerin genellikle izleyiciyi memnun eden, üst düzey filmler olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde.

Benim açımdan şaşırdığım sonuçlar da oldu, beklediğim şekilde sonuçlananlar da.

Öncelikle ''En iyi film'' kategorisi kazananı: Her
Her benim gibi birçok sinemaseverin de gönlündeki birinciliği kapmış anlaşılan. Oyların yüzde 35'ine sahip olarak birinci gelmiş.. Umarım bu gece de böyle bir tablo ile karşılarız.

En iyi erkek oyuncu kazananı: Leonardo Dicaprio
Dicaprio, The Wolf of Wall Street'deki performansı ile ankette yüzde 41'lik dilime sahip olarak birinci oldu.

En iyi kadın oyuncu kazananı: Cate Blanchett
Anketteki kategoriler içerisinde rakipleri ile arasında en büyük oy farkı olan kategori oldu kadın oyuncu kategorisi. Cate Blanchett, yüzde 76 oranında oy alarak bu kategorinin birincisi oldu, şaşırtmadı.

En iyi yardımcı erkek oyuncu kazananı: Jared Leto
Tıpkı bir önceki kadın oyuncu kategorisinde olduğu gibi büyük oy farkının olduğu bir başka kategori.
Sonuç sürpriz olmadı, Jared Leto birinci geldi.

En iyi yardımcı kadın oyuncu kazananı: Julia Roberts ve Lupita Nyong'o
Yardımcı kadın oyuncu kategorisinde birincilik Julia Roberts ve Lupita Nyong'o arasında eşit paylaşıldı.
İkisi de ankette yüzde 31 oranında oyun sahibi oldu.

En iyi yönetmen kazananı: Alfonso Cuaron
Gravity ile Alfonso Cuaron yüzde 47'lik bir oy alarak en yakın rakibi Martin Scorsese'den 3 oy fazla alarak ankette birinci oldu.

Yabancı dilde en iyi film kazananı: Le Passe
Yabancı dilde en iyi film dalında akademinin aday yapmayı tercih etmediği bir film kazandı: Le Passe
Benim bu dalda şaşırdığım sonuç ise Oscar'ın en güçlü favorisi olarak görülen ve bu yılın çok konuşulan, takdir edilen filmlerinden biri olan La Grande Bellezza'nın sadece 1 oy alması oldu. Bu dalda ikinciliği ise Jaten ve La Vie d'Adele paylaştı.

Yabancı dilde en iyi erkek oyuncu kazananı: Mads Mikkelsen
Dört filmden oyuncunun aday olduğu ve benim ankete eklediğim bu dalda Mads Mikkelsen yüzde 50'lik bir oy alarak birinci oldu.

Yabancı dilde en iyi kadın oyuncu kazananı: Adele Exarchopoulos
Berenice Bejo ve Adele Exarchopoulos arasında geçen bu yarışta galip Exarchopoulos oldu.

En iyi orijinal senaryo kazananı: Her
Büyük bir oy farkının olduğu kategorilerden biri orijinal senaryo dalı. Her yüzde 76 oy aldı bu kategoride.
Beklendiği gibi birinci oldu.

Diğer sonuçlar ise şöyle:

En iyi uyarlama senaryo kazananı: The Wolf of Wall Street
En iyi animasyon kazananı: Frozen
En iyi kurgu: Gravity
En iyi görüntü yönetimi: Gravity
En iyi soundtrack albüm: Inside Llewyn Davis



1 Mart 2014 Cumartesi

OSCAR 2014: TAHMİN DEĞİL GÖNLÜMDEN GEÇENLER

Yarın (tsi pazarı pazartesiye bağlayan gece bildiğiniz gibi) 86. kez düzenlenecek tören ile bu yılın Oscar ödülleri sahiplerini bulacak. Her yıl olduğu merakla bekleyen sinemaseverler arasında da tahminler çoğaldı. Artık tören öncesi son tahminler, öngörüler, sonucu merak edilen kategoriler...

Ben ise tahmin yapmayı sevmiyorum veya daha doğrusu istemiyorum diyelim. Çünkü tahmin yapmaya kalksam bile beğendiklerimin etkisinde kalır, araya mutlaka istediklerimi sıkıştırırım. O tahmin listesi illa ki yine dönüp dolaşıp gönlümden geçenlerin yer aldığı bir liste halini alır. O yüzden her yıl tahminden ziyade gönlümden geçenleri sıralamayı tercih ediyorum.

Lafı uzatmadan belli başlı kategorilerde gönlümden geçenler:


  • En iyi film: Her
  • En iyi erkek oyuncu: Matthew McConaughey (Dallas Buyers Club)
  • En iyi kadın oyuncu: Amy Adams (American Hustle)
  • En iyi yönetmen: Alfonso Cuaron (Gravity)
  • En iyi orijinal senaryo: Her (Spike Jonze)
  • En iyi uyarlama senaryo: The Wolf of Wall Street
  • En iyi yardımcı erkek oyuncu: Jared Leto (Dallas Buyers Club)
  • En iyi yardımcı kadın oyuncu: Julia Roberts (August: Osage County)
  • En iyi görüntü yönetimi: Inside Llewyn Davis (Bruno Delbonnel)
  • En iyi kurgu: Gravity
Bumerang - Yazarkafe