3 Şubat 2014 Pazartesi

SOĞUK, ÖLÜM, DAVA...

Soğuk...
10 gündür kahve içmediğimi farkettim.
Hayret, şaşırdım kendime. Mutfağa yöneliyorum. Su koyuyorum ocağa. O sırada açık duran pencereden Şubat soğuğu hissettiriyor kendini, ürperterek. Boşuna dememişler Şubat soğuğu diye. Daha şubatın başı halbuki, ay sonuna kadar böyle sürer gider anlaşılan. Olsun diyorum, şikayetim yok. Hep sevmişimdir kış mevsimini. Varsın titretsin soğuğuyla.

O sırada açık duran pencereden bir seçim otobüsünün sesini işitiyorum. Geleneksel yerel seçim dönemi çilesi.
Sen istediğin kadar sinir ol, gözünü, kulağını kapa, yine de bir yerlerden karşına çıkıyor işte. Hayatının içine yerleşmiş bir ''büyük birader'' misali.
Otobüsün hangi partiye ait olduğunu kestiremiyorum, umursamıyorum da zaten. Son ses, cızırtılı hoparlöründen etrafa anlaşılmaz melodiler, anonslar yayarak uzaklaşıyor.
Ben dalmışım o sırada, su yavaş yavaş ısınmaya başlamış.

Ölüm...
Dün, aktör Philip Seymour Hoffman evinde ölü olarak bulundu. Ölüm sebebinin aşırı doz eroin olduğu söyleniyor. Henüz 46 yaşındayken hayata veda ediyor. ''Hayata veda etmek'' ne kadar basit, klişe bir ifade. Daha bir uçtan bir uca giderken bile bir şeylere, birilerine veda etmek zorken, 'hayata veda etmek' deyimini ne kadar da kolay söyleyiveriyoruz. Öylesine basit bir şeymiş gibi. Bunu söylemekten nefret ediyorum. Ne kadar az kullanırsam bu ifadeyi o kadar iyi hissedeceğim aslında.

Nerede kalmıştım? Yetenekli bir aktörün daha ölüm haberini aldık medyadan. Daha oynayacak filmler, toplayacak ödüller, yaşanacak yıllar varken Philip Seymour Hoffman adını bir daha herhangi bir filmin jeneriğinde görmemek üzere ayrılıyor dünyadan.

Her aktör bir anıdır diye düşünürüm ben. Oynadığı, izlediğim her filmi geliyor gözümün önüne Hoffman'ın. Hangi filmini ne zaman, nerede izlemişim, hangi filminden daha fazla etkilenmişim, tek tek gözümün önüne geliyor ve bir anı olarak kalıyor aklımda Philip Seymour Hoffman ve filmleri.

Sonra aklıma geçen haziranda ellisinde gözlerini yuman James Gandolfini geliyor, Hoffman ile herhangi bir bağlantısı olduğundan değil. Sanırım geçen yıla dair aklımda en çok yer edinen ölümlerden biri olduğu için.
Bir kez de onu hatırlıyorum ocaktaki su yavaş yavaş kaynarken.
Ölümün ırkı, coğrafyası, dili yok işte. İnsan, dünyanın öbür ucunda ölen, hiç tanımadığı, filmlerden aşina olduğu biri için de derin üzüntü duyabiliyor.
Ne diyelim işte. Sırada kimin ölüm haberini alacağız diye endişe ile beklerken geçiyor zaman.

Dava...
Bugün Kayseri'de, geçen haziranda dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz'ın davası görülüyor. Yoğun güvenlik önlemleri altında hem de! Tabii davayı, Ali İsmail'in ölüm şeklini düşünürsek bu yoğun güvenliği sağlayanları düşündüğümüzde çok ironik bir tablo çıkıyor ortaya.
Yazması, üzerine düşünmesi bile yeterince acı bir tablo. Bir süre internetten, oradan buradan takip etmemekte diretiyorum. Bakmaya içim elvermiyor çünkü. Sonra dayanamayıp twitter'ı, haber sitelerini açıp neler olduğuna göz gezdiriyorum.

Ali İsmail'in annesi feryat ediyor, babası, abisi fenalaşmış. Fırıncı, asıl mağdur benim demiş. Sanıklardan biri ''Ali İsmail diye tabir edilen şahıs'' diye bahsediyor öldürdüğü kişiden ailesinin gözü önünde. Bir öteki ''Çocuk kendini yere attı'' diyor. Ama Ali İsmail yattığı mezardan kalkamıyor tüm bunlar olurken. Sadece bir acı gerçek olarak duruyor annesinin göğsünde taşıdığı fotoğrafta.

Daha fazla bakmak istemiyorum. Kapatıyorum bilgisayarı. Sanki kapattığımda hiçbir şey olmamış, P. Seymour Hoffman ölmemiş, bugün Ali İsmail'in davası görülmemiş gibi.

Kahve mi? Kaldı öyle. İçilmedi, içilemedi zaten.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bumerang - Yazarkafe