5 Eylül 2013 Perşembe

KİMSENİN BİLMEDİĞİ...

Kimsenin bilmediği meçhul bir Anadolu kasabasında doğdu.
Sormuştu dedesine bir seferinde nerede doğduğunu. Nüfusa başka bir şehirde rahmetli amcası kaydettirmiş. O yıllarda da öyle denetim falan da yok tabii, doğumundan iki yıl sonra kaydettirmişler.
Asıl nerede doğduğunu hiç bilemedi. Dedesi de alzheimer hastasıydı, hatırlayamadı bir türlü, söyleyemedi.
İnsan nerede doğduğunu da bilmez mi? Bilemebiliyormuş demek ki.

Kimsenin bilmediği bir evde büyüdü. Kışın kapalı olurdu yollar, kolay kolay gelemezdi kimse köylerine.
Okula göndermedi dedesi, rahmetli amcası olsaydı gönderirdi ama. Okurdu o zaman, başarılı da olurdu belki. Sınıf arkadaşları olurdu. Normal bir yaşantısı olabilseydi eğer.

Kimsenin bilmediği bir deli öğretti ona okumayı. Deli derlermiş ona. Zamanında tahsilli, beyefendi bir insanmış. Öğretmenmiş hem de. Bir kazada karısını ve çocuğunu kaybedince dayanamamış bu acıya.
Ne varı yoğu varsa bırakmış hepsini, sanmış. Öğretmenliği de bırakıp çekip gitmiş.
Sorsan kimse bilmezmiş adını zavallının. Konuşmazmış kimselerle. Ama ne hikmetse kanı kaynamış işte bu çelimsiz çocuğa. Okumayı da öğretmiş, sararmış gazete yapraklarından.
Dedesi yasaklamıştı bunu duyunca o deliyle görüşmesini. Dinlemedi, gizlice gidiverdi hep yanına. Söktü de okumayı.

Kimsenin bilmediği o evden ayrıldı yıllar geçince. Zaten sevememişti de o evi. Görmemişti hiç evi gibi. Dedesi de ölünce durmadı daha. İstanbul diye bir şehir varmış. İstanbul... Görmüştü gazetelerde resmini. Herkes oraya gidermiş. Fabrikalar işçi alırmış. Duyunca bunu, o da niyetlendi gitmeye.

Kimsenin bilmediği bir mezarlık vardı. Mezarların üstü hep bakımsız kalmış. Dedesi demişti bir keresinde. Annen ile baban orada yatıyor diye. Çocuk aklı işte, çocukken bunu duyduğunda niye uyanıp gelmiyorlar diye sormuştu dedesine de, yemişti azarı. Ne bilsin ölümü? Uyanıp gelecekler sanırdı.

Buldu mezarlığı, gördü annesiyle babasını. Sonra çıktı yola, bilmediği İstanbul'a doğru yola çıktı.

Kimsenin bilmediği şehirdi kendi köyünde İstanbul. Hangi komşuya sorsa, kimse görmemişti İstanbul'u. Adem varmış bir tane, o gitmiş önceden. Geri de dönmemiş zaten buralara. Görünce İstanbul'u anladı neden dönmediğini. Kim döner ki burayı görünce?

Kimsenin bilmediği bir çıkmaz sokakta ev buldu. Derme çatma, maaşının kirasını ödemeye anca yetebildiği bir ev. Ama olsun başını sokacak ev buldu ya o da yeterdi. Anladı ki köy gibi değilmiş İstanbul. İlk başlarda şok oldu tabii, sonra yıllar yılları kovalayınca alıştı buralara.

Kimsenin bilmediği o çıkmaz sokak tüm hayatı oldu. O sokakta, hayatı öğrendi, arkadaşlar edindi. Fabrikadan yorgun argın gelip bir tas çorbasını içti.

Kimsenin bilmediği bu evde hep yalnız yaşadı. Kendi yağında kavruldu, başka bir şeye aldırış etmeden yaşadı bu dünyada, sonra kocadı, saçları ağardı.

Kimsenin bilmediği bir kimsesizler mezarlığında da toprağa verildi. Arkasından birkaç yaşlı fatiha okuyup gitti.
Kimsenin bilmediği koca adamın arkasından sadece ah, vah diye hayıflanmalar duyuldu o mezarlıkta.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bumerang - Yazarkafe