23 Eylül 2013 Pazartesi

CANLI BİR KASET

Tozlu, unutulmuş bir çekmeceden eline geçen kaseti taktı. Hiç dinlememişti bunu daha önce. Adını defalarca duymuştu ama kendi ayıbıydı belki de oturup da dinlememişti bir kere bile.
Hazır da boşken vakit, ilişiverdi kaset çaların yanına. Usulca dönmeye başladı makaralar.
Bir tükenmez kalem de koymayı ihmal etmedi hemen yanına.

Önce anlamadı ne olduğunu, konsantre olamadı. Çayından bir yudum aldı. Daha önceden aşina olmadığı bir tarz, bir sesti. Daha dikkatlice dinledi, dinledi, dinledi...

Rota, iz bilmediği bir yolda ilerlemeye başladı sanki. Tanımlayamadı, bir yere konduramadı kafasında.
Peş peşe çalan şarkılar, kulağına fısıldayan melodiler kafasında bir kurgu oluşturdu.
Kapattı gözlerini, sadece dinledi. Şarkıda anlatılanlar, çığlıklar, hüzünler, umutlar o kurgunun akışını sağladı.

Ne kadar zaman geçti bilemedi makaralar durdu. Sustu kaset. Biraz önce o öylesine canlı olan ses, şimdi o kasetin içine hapsolmuş bir anı gibiydi.
Kasetin kapağını evirip çevirdi. O solmuş siyah-beyaz fotoğrafa dikti gözlerini. Tekrar çekmeceye koymaya kıyamadı bu sefer. Tozunu aldı, vitrine koydu.
İşte şimdi oldu, bu sefer biraz daha canlı, biraz daha yaşanmışlık dolu görünüyordu kaset.


''Hangi kaset, hangi albüm olduğunun önemi yok, siz belirleyin bunu. Gözünüzü kapattığınızda aklınıza ilk hangi albüm geliyorsa o olsun.''

10 Eylül 2013 Salı

UMUT VEREN BİR FİLM: DISCONNECT

Bu yazı ayrıntılı bir film inceleme yazısından çok methiye düzme yazısıdır diyebilirim öncelikle.

Disconnect...
Üç farklı hikaye, bir mesaj, orijinal bir işleyiş.

Bir filmde eldeki konu kadar bir de o konuyu işleyiş biçimi vardır. Nice filmler vardır, konusunu öğrenip izlemek için sabırsızlanıp da en sonunda hayal kırıklığına uğradığımız.

Bazı filmler de var ki gösterişli bir konusu olmamasına rağmen devleşir, sağ gösterip sol vurur adeta.
İşte Disconnect kanımca ince işlenmiş bir film.
İzleyince herhalde bu konu ancak bu kadar iyi işlenebilirdi dedirten cinsten adeta ders niteliğinde bir yapım.

Kesinlikle çok sade. Sadeliği de asıl artısı zaten.
Vermek istediği mesajı insanı boğmadan, seyircinin gözüne sokmadan veriyor. Abartısız, başarılı oyunculuklar ve bir an bile tökezlemeyen kurgusuyla çok canlı bir film sunuyor izleyiciye.

Özellikle Jason Bateman, söyleyecek söz bırakmıyor.


Belki abartıyorsun diyeceksiniz ancak ben Disconnect'i izleyince, sinemanın geleceği adına olan umutlarım tazelendi.
Disconnect; bana göre 2013'ün saklı kalmış başarılı filmlerinden. Benzer filmleri görmekten sıkılanlar için yeni bir nefes.

5 Eylül 2013 Perşembe

KİMSENİN BİLMEDİĞİ...

Kimsenin bilmediği meçhul bir Anadolu kasabasında doğdu.
Sormuştu dedesine bir seferinde nerede doğduğunu. Nüfusa başka bir şehirde rahmetli amcası kaydettirmiş. O yıllarda da öyle denetim falan da yok tabii, doğumundan iki yıl sonra kaydettirmişler.
Asıl nerede doğduğunu hiç bilemedi. Dedesi de alzheimer hastasıydı, hatırlayamadı bir türlü, söyleyemedi.
İnsan nerede doğduğunu da bilmez mi? Bilemebiliyormuş demek ki.

Kimsenin bilmediği bir evde büyüdü. Kışın kapalı olurdu yollar, kolay kolay gelemezdi kimse köylerine.
Okula göndermedi dedesi, rahmetli amcası olsaydı gönderirdi ama. Okurdu o zaman, başarılı da olurdu belki. Sınıf arkadaşları olurdu. Normal bir yaşantısı olabilseydi eğer.

Kimsenin bilmediği bir deli öğretti ona okumayı. Deli derlermiş ona. Zamanında tahsilli, beyefendi bir insanmış. Öğretmenmiş hem de. Bir kazada karısını ve çocuğunu kaybedince dayanamamış bu acıya.
Ne varı yoğu varsa bırakmış hepsini, sanmış. Öğretmenliği de bırakıp çekip gitmiş.
Sorsan kimse bilmezmiş adını zavallının. Konuşmazmış kimselerle. Ama ne hikmetse kanı kaynamış işte bu çelimsiz çocuğa. Okumayı da öğretmiş, sararmış gazete yapraklarından.
Dedesi yasaklamıştı bunu duyunca o deliyle görüşmesini. Dinlemedi, gizlice gidiverdi hep yanına. Söktü de okumayı.

Kimsenin bilmediği o evden ayrıldı yıllar geçince. Zaten sevememişti de o evi. Görmemişti hiç evi gibi. Dedesi de ölünce durmadı daha. İstanbul diye bir şehir varmış. İstanbul... Görmüştü gazetelerde resmini. Herkes oraya gidermiş. Fabrikalar işçi alırmış. Duyunca bunu, o da niyetlendi gitmeye.

Kimsenin bilmediği bir mezarlık vardı. Mezarların üstü hep bakımsız kalmış. Dedesi demişti bir keresinde. Annen ile baban orada yatıyor diye. Çocuk aklı işte, çocukken bunu duyduğunda niye uyanıp gelmiyorlar diye sormuştu dedesine de, yemişti azarı. Ne bilsin ölümü? Uyanıp gelecekler sanırdı.

Buldu mezarlığı, gördü annesiyle babasını. Sonra çıktı yola, bilmediği İstanbul'a doğru yola çıktı.

Kimsenin bilmediği şehirdi kendi köyünde İstanbul. Hangi komşuya sorsa, kimse görmemişti İstanbul'u. Adem varmış bir tane, o gitmiş önceden. Geri de dönmemiş zaten buralara. Görünce İstanbul'u anladı neden dönmediğini. Kim döner ki burayı görünce?

Kimsenin bilmediği bir çıkmaz sokakta ev buldu. Derme çatma, maaşının kirasını ödemeye anca yetebildiği bir ev. Ama olsun başını sokacak ev buldu ya o da yeterdi. Anladı ki köy gibi değilmiş İstanbul. İlk başlarda şok oldu tabii, sonra yıllar yılları kovalayınca alıştı buralara.

Kimsenin bilmediği o çıkmaz sokak tüm hayatı oldu. O sokakta, hayatı öğrendi, arkadaşlar edindi. Fabrikadan yorgun argın gelip bir tas çorbasını içti.

Kimsenin bilmediği bu evde hep yalnız yaşadı. Kendi yağında kavruldu, başka bir şeye aldırış etmeden yaşadı bu dünyada, sonra kocadı, saçları ağardı.

Kimsenin bilmediği bir kimsesizler mezarlığında da toprağa verildi. Arkasından birkaç yaşlı fatiha okuyup gitti.
Kimsenin bilmediği koca adamın arkasından sadece ah, vah diye hayıflanmalar duyuldu o mezarlıkta.

2 Eylül 2013 Pazartesi

BAŞARILI BİR GERİLİM ÖRNEĞİ: THE PURGE

Yakın gelecek: 2022
Abd hükümeti, yılda bir gün 12 saat boyunca bütün suçları legal hale getirir ve akşam 7'den sabah 7'e kadar bütün karakol ve hastaneleri kapalı tutar.

Arınma gecesi geldiğinde, güvenlik sistemleri ile uğraşan James Sandin ve ailesi güvenli olduğunu düşündükleri evlerinde beladan uzak, huzurlu bir gece geçireceklerini düşünürler.
Ta ki bir hata yapana kadar...

The Purge, ilk duyduğumdan beri heyecanlandığım, kağıt üstünde oldukça etkileyici bir kurgu, güçlü bir projeydi. Peki işleniş de etkileyici mi? Daha iyi olabilirdi maalesef. Ancak kötü de değil. Başarılı bir fikrin kısıtlı bir mekana hapsedilmiş hali.

Ancak The Purge 86 dakikalık bir film nihayetinde. Kısıtlı bir mekanda geçiyor diye eleştirmek de acımasızlık olur diye düşünüyorum. Öteki türlü ülke geneline yayılan bir film olsa bu sefer de hızlı geçişler olacak, yine bir tatminsizlik olacaktı. Kaldı ki filmin süresi 150 dakika bile olsa bu değişmezdi.

Ancak bir dizi projesi olsaydı o zaman bu fikir tam potansiyelini kullanabilirdi.
Bu yüzden olayın bir aile üzerinden anlatılması kabul edilebilir bir durum. Elbette filme baktığımızda bu durum, fikir orijinal olsa da işlenişin klişelere müsait olmasına yol açıyor.

Klişeler var. Birçok korku filminde olduğu gibi. Ancak kullanımı başarılı. Atmosfer de başarılı olunca göze batmıyor.
Geriyor mu? Evet. Gereksiz kanlı sahnelere yer vermeden de başarıyor.
İnsanı rahatsız etmeyi başarıyor. Yer yer ani ataklarla şaşırtıyor. Bazen sinirden güldürdüğü de oluyor. Yani seyirciyi filmin içine sokmayı başaran bir film The Purge.

Oyunculuklara baktığımda, daha öncesinde ''300'' filmiyle tanıdığımız Lena Headey başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Aklımda en çok kalan performans oldu.
25 yaşındaki Rhys Wakefield da soğuk kanlı, ürkütmede başarılı bir oyunculuk çiziyor.


Sonuç olarak kendi adıma hayal kırıklığı olmadı The Purge. Tavsiye edilir.
İyi seyirler.
Bumerang - Yazarkafe