28 Nisan 2013 Pazar

JOHN BONHAM: 'BONZO'

Rock Müzik tarihinin en iyi bateristleri arasında gösterilmeyi hak eden, Led Zeppelin grubunun efsane bateristi.

Teneke, kahve kutuları ve tencere kaplarıyla başladığı yolda tutkuyla devam ettiği bateristlikte adını efsaneler arasına yazdırmış bir isim John Bonham, nam-diğer Bonzo.


Tıpkı Led Zeppelin'in diğer üyeleri gibi, çaldığı enstrümanda rakipsiz, usta bir isimdi.
Baterinin dışında bağımlısı olduğu alkol sorunu yüzünden müzik dünyasından erken ayrılana dek, Led Zeppelin grubu ile beraber 9 stüdyo albümünde çaldı.
Grubun son albümü Coda ise, Bonzo'nun ölümünden 2 yıl sonra çıktı.

Kendisinin ölümü ile birlikte Led Zeppelin de dağıldı. Bir daha devam etmedi Bonzo'dan sonra. Bonzo'nun yerini daha iyisiyle dolduramayacaklarını düşünerek gruba son verdiler. Haksız da sayılmazlardı. John Bonham, her dinleyişte hayranlık uyandıran bir bateristti.  Müzik dünyasından erken kayıp giden onlarca efsane isimden biri oldu.

Robert Plant'in kendisine sorulan ''Led Zeppelin tekrar bir araya gelir mi?'' sorusuna verdiği unutulmaz yanıt:
"Tanrı, Bonzo'yu gerir verirse neden olmasın?" ile bu grup için ne kadar anlamlı olduğu da görülebilir.

Efsane baterist, bu dünyadan ayrılmadan önce, son albüm Coda'da, tek kişilik hünerini sergilediği ''Bonzo's Montreux'' ile arkasında 4 dakika 17 saniyelik bir şaheser bıraktı. Dinlenesi ve hayran kalınası bir çalışma.







''zil sesine değil de davulun sesine hayranım.sadece bagetlerle çıkan sesle yetinemem,ellerimle hissederek çalabiliyor ve inanılmaz bir ton elde edebiliyorum.başta acıyordu kabul ediyorum,ellerim kan revan içinde kalıyordu ama artık avuç içlerim nasırdan semsert ve istediğim tona daha da yaklaştım.'' 

27 Nisan 2013 Cumartesi

BOHEMIAN RHAPSODY

Önce koronun sesi yükselir. Gerçeklikle hayal bir cümlede buluşur. Daha ilk cümleleriyle düşündürür Bohemian Rhapsody.

Ve müzik dünyasının unutulmaz melodileri duyulur. Piyanonun sihirli tuşlarına dokunur Mercury. Dinleyiciyi alıp içine çeker. 

Ardından Freddie Mercury seslenir ve hikayesini anlatmaya başlar. Tüm gücüyle haykırır içindekileri, hikayesini, umudunu, pişmanlıklarını. Hayatın daha yeni başladığından bahseder.

Hikaye devam eder...

Çok geç der hikaye, belki de hikayenin tekil bireyi. Vedasını yapar, acıyla haykırır Mercury'nin sesi.

Peki ya ne için geçtir? Neyin zamanı geldi?

Dinleyiciye alternatifler senaryolar kurdurur Bohemian Rhapsody. Ucu açık bırakır her şeyi, tamamlaması dinleyiciye kalmıştır. Belki de o anın büyüsünün kaybolmaması için böylesi daha iyidir dinleyici için.
Bir hikayedir, 5 dakika 58 saniyeye sığdırılmış bir hikaye.

Dakikalar ilerler, sesler yükselir. Koro bir kez daha haykırır. İç hesaplaşmaya dönüşür şarkı.
Bir fırtına çıkar şarkının içinden dinleyicinin kulaklarına varır. Brian May'in solosu devreye girer, haykırışın temsilcisidir sanki. Güçlü bir direnişe benzer şarkının bu kısmı. Az önceki melankolik havanın aksine hayatın devam ettiğini vurgularcasına haykırır.

Sonra belki de bir pes ediş mi bilemiyoruz veya öyle yorumluyoruz. Gündüzün üstüne akşamın çökmesi misali. Fırtına yavaş yavaş diner. Her şey yavaşlar.

Son kez ağır ağır fısıldar Freddie Mercury, piyanonun dokunuşları eşliğinde.

Ve bir çanın sesi duyulur, hikaye biter.

Her dinleyici için farklı bir hikayesi olması belki de şarkıyı bu kadar özel kılmıştır. Freddie Mercury, yaşadığı sürece şarkıda ne anlatmak istediğinden hiç bahsetmemiştir.

Kendi sözleriyle şöyle ifade etmiştir:

"İnsanlar bana Bohemian Rhapsody'de ne anlatmak istediğimi soruyor. Bilmiyorum diyorum ama gerçekten bilmiyorum."

Bizler de her dinleyişte yeniden düşünmeye, farklı hikayeler kurmaya devam edeceğiz. 




21 Nisan 2013 Pazar

PİNHANİ'DEN CANLI YAYIN

Daha önce üç stüdyo albümü çıkarmış olan ve kurulduğu günden bu yana kendi tarzını oluşturmayı ve oluşturduğu tarzda yürümeyi başarabilmiş olan Pinhani grubu, tamamen canlı performanslarından oluşan dördüncü albümleri ''Canlı Yayın'' ile yeniden dinleyicilerinin karşısında.

Canlı yayın, başarılı coverlarıyla dikkati çeken, Vokal Sinan Kaynakçı'nın naif ve kendini özgü sesiyle mest eden dinlenesi bir albüm olmuş kesinlikle.

Albümün her parçası dinlemeye, dikkate değer ama özellikle bazı parçalar var ki ayrı bir parantez açmayı hak ediyor.

Çoğunlukla üstad Neşet Ertaş'dan dinledik Gönül Dağı'nı. Birçok sanatçı tarafından da yeniden yorumlandı.
Ama bir Pinhani yorumu var ki tekrar tekrar dinlemelik olmuş. Özellikle bir kişi ile anılan, yorumlaması güç isteyen şarkıları, türküleri yeniden yorumlamak riskli bir iştir. Ama görülüyor ki Sinan kaynakçı'nın ağzına, yüreğine bu türkü çok yakışmış.

Albümün benim için bir diğer öne çıkan parçası ise: Sevduğum yanımda uyusun

Karadeniz türkülerini onun ağzından dinlemeyi bir başka sevdiğimiz Ayşenur Kolivar, bu albümde Sinan Kaynakçı ile beraber şahane bir düete imza atıyor ve bu düet, kendini tekrar tekrar dinletiyor.

Albümün parça listesi:

1) "Bir Varmışım Bir Yokmuşum"
2) "Gönül Dağı"
3) "Şairin Elinde"
4) "Beni Al"
5) "Bir Damla Gözlerimde"
6) "Sevduğum Yanımda Uyusun"
7) "Hele Bi Gel"
8) "Ya Sen Olmasaydın"
9) "Uçtu Uçtu"
10) "Ağlama"
11)"Bir Elmanın Yarısı"




15 Nisan 2013 Pazartesi

SADECE DİNLEMEK...

Hiçbir zaman müzik konusunda ahkam kesecek kadar derinlemesine bir bilgi dağarcığına sahip olmadım.

 Bir enstrüman çalabilmişliğim de yok. Çalmak istedim, ancak henüz teşebbüs bile etmiş değilim. Belki üşengeçlikten belki de cesaret edememekten.

Ben sadece dinledim. Dinleyici olmaya çalıştım. Müzik konusunda, enstrümanlarla ilgili teknik bilgiye de sahip olmadım. Dinlediğim anın tadını çıkarmaya çalıştım sadece amatörce.

''Mucize tınılar'' olarak gördüm şarkıları. Aralarında kayboldum her dinleyici gibi.

Sabah kalktığımda başucumda dinlenmeyi bekleyen bir şarkı veya yolda yürürken bana eşlik eden melodiler oldu yanımda.

Çocuksu heyecanlarla henüz keşfetmediğim albümlerin, müzisyenlerin, grupların peşine düştüm.

Gönlümde yeri ayrı olan müzisyenler, gruplar oldu. Kimi öldü, sadece şarkılarda yaşadı. Bir arkadaşım, dert ortağımmış gibi sarıldım şarkılarına.

Sıkça hüzünlendim benimsediğim müzisyenleri dinlerken. Freddie Mercury gibi, Kurt Cobain gibi, Mississippi Nehri'nde kaybolup giden  Jeff Buckley gibi.


Gecenin karanlığına hükmetti bazen dinlediklerim. Bazen yağan yağmura inat coşkulu, bazense parıldayan güneşe inat ruhu emen.

Bir rapsodinin peşine takıldım çoğunlukla: Bohemian Rhapsody

Bazen buruk ama güçlü, haykıran bir vedanın: Show Must Go On


Bazı geceler hem Leonard Cohen söyledi hem Jeff Buckley: Hallelujah dediler gecenin içine.


Ve ben sadece dinledim, dinlemeyi sevdim.

13 Nisan 2013 Cumartesi

WALKING IN MY SHOES

Depeche Mode, tüm şarkılarıyla her zaman dinlenesi bir grup olmuştur. Ancak, tüm Depeche Mode şarkıları arasında Walking In My Shoes'u ayrı bir yerde görürüm.

Dinlerken sarıp sarmalayan atmosferi, altyapısı ile ''Walking In My Shoes'' kesinlikle sadece Depeche Mode'un değil, müzik dünyasının şaheserleri arasında gösterilebilir.

Albüm: ''Songs Of Faith And Devotion'' (1993)


THE HANGOVER: PART III YENİ TRAILER

 The Hangover serisinin son filmini merakla beklerken, bugün filmin yeni traileri da yayımlandı. İlk iki filmdeki gibi Bradley Cooper, Ed Helms, Zach Galifianakis ve Justin Bartha’dan oluşan mevcut kadronun aynen korunduğu film, 31 Mayısta vizyona girecek. Beklemedeyiz.

RESUL DİNDAR VE DİVANE

Nisan ayına girerken aldığım en güzel haberlerden oldu Resul Dindar’ın Divane abümünün çıkışı. Zira aylardır eli kulağında bekliyorduk yeni albümü. Özellikle albümün aynı adlı parçası Divane’yi dinledikten sonra sabırsızlık daha da arttı.

Ve son dönem Karadeniz müziğinin yükselen seslerinden Resul Dindar’ın, Karmate grubundan ayrıldıktan sonraki ilk albümünü dün itibariyle Esen Müzik etiketiyle yayımlandı.

Albüm dolu dolu 18 parçadan oluşuyor.

Parça listesi:


Sen Bu Yaylalari Yaylayamazsun
Söz & Müzik: Anonim Yöre: Trabzon
Kaynak Kişi: Cemile Cevher Çiçek
Manamo
Söz & Müzik: Yüksel Baltacı
Dedikodu
Söz: Fatih Sultan Kar & Resul Dindar Müzik: Resul Dindar
Momi
Söz & Müzik: Mağruf Kibar
İzzet Dayı
Söz: Kemal Çiçek Müzik: Yılmaz Balta
Nişan
Söz & Müzik: Erkan Ketenci
Karşılamalar(Geleneksel)
- Giresun’un Evleri
- Salına Salına Suya Gidersin
- Fındık Toplayan Gelin
- Bağlamam Perde Perde (Söz: Ömer Akpınar)
Xvala (Kinçina Xasanişi Kaide)
Söz: Anonim Müzik: Kinçina Xasani
Derleyen: Birol Topaloğlu
Divane
Söz & Müzik: Yüksel Baltacı
Kara Deyiler
Söz & Müzik: Anonim
Kaynak Kişi: Apolas Lermi
Hasret
Söz: Yüksel Baltacı Müzik: Erkan Ketenci
Lalebi
Söz: Nana Tsintsadze Müzik: Anonim
Gelin Havası
Söz: İbrahim Can Müzik: Anonim (Goguroğun Kaydesi)
Kaynak Kişi: İbrahim Can Yöre: Tonya/Şalpazarı
Sevduğum
Söz & Müzik: İbrahim Doğan
Çayır Biçiyom Çayır
Söz: Ali Kaya Müzik: Hacı Kahveci
Kanser Belası
Söz: Kemal Çiçek Müzik: Resul Dindar
Sevdali
Söz: Anonim & Merve Armutçu & Fatih Sultan Kar Müzik: Anonim
Hapishane
Söz & Müzik: Erkan Ocaklı


ENGİN ERGÖNÜLTAŞ VE MİNARE GÖLGESİ

”Minare Gölgesi” romanının çıktığından, internet ortamında tesadüfen denk geldiğim bir tanıtım ile haberim oldu. Aslında uzun zamandır beklenen bir haberdi. Zira daha önce Engin Ergönültaş, bu romanı bir film senaryosu olarak yazmıştı. Ancak uzunca bir süre ses soluk çıkmadı bu projeden ve roman olarak çıkacağını öğrenmek de güzel bir sürpriz oldu.



Kitap, bu ay İletişim yayınları’ndan çıktı, beni de bir merak aldı. Bu ay içinde bir an önce almak, okumak için sabırsızlandığım bir kitap. Kesinlikle okunmaya değer bir roman.

Kitabın arka kapağından:

”Bir yoksul mahalle peyzajı… Sürüsüne bereket kedi köpek, cam çerçeve, mutfak soba, duvar kaldırım, cami minare değil ama sadece; insan hallerini, kalpleri nazmeden bir peyzaj. İklimle akraba, kâh rüzgârın, kâh yağışların, kâh yaz sıcağının refakatinde, delirmenin ayartısıyla koyun koyuna, kırık gönüllü hayatlar… Çaresizliğin içinde ümidini ve iç huzurunu taştan çıkartan, kimi de çıkartamayanlar…

Hele ümidin taşocağındaki kadınlar…

İçinde, bir eski “orospunun” hikayesi. İçinde, mahalleye yatır olmuş bir uyuyan adam hikâyesi. İçinde, bu “büyük” dünyadan büyülü kuytulara ve birbirlerine sığınan iki çocuğun hikâyesi – yolu, minarenin şerefesine çıkan…

Büyük bir çizer olarak zaten edebiyata peri tozları serpmiş olan Engin Ergönültaş’tan, üzerinde beş sene çalışılmış büyük bir roman.”


DAĞA KARAYEMİŞA

Özellikle son zamanlarda popüler olan, rahmetli Kazım Koyuncu’nun da yorumladığı ancak o yıllarda popüler olmayan hayde türküsünü bilmeyen yoktur.


Yaşanmışlıklarla dolu Doğu Karadeniz türkülerinden biri de Hayde. Doğu Karadeniz insanının bir yarasını içinde, sözlerinde taşıyan ve hareketli ritmine rağmen sözleriyle düşündüren, hüzünlü bir öykünün türküsü Hayde.


Çoğunlukla anonim bir türkü olarak bilinse de aslında değil. Türkünün sözlerinin sahibi Rizeli Melek Akman.


Rizeli Melek Akman, çocukluğundan bu yana şarkı sözleri yazıyor ve besteler yapıyor. Nota bilmediği için, bir bestesini notaya dökmek istediğinde, nota bilen birine yazdıran azimli, üretken bir kadın.


Ve Hayde türküsünün hikayesi sorulduğunda hikayesini Hürriyet Pazar ekine anlatıyor.

Türkünün hikayesi, onun ilkokul yıllarına uzanan bir hikaye. Yakın bir akrabası, ailesi tarafından zorla sevmediği biriyle evlendiriliyor. Sevdiği adam ile kaçmak isteseler de başaramıyorlar ve ömür boyu istemediği bir evlilik sürdürüyor.

İşte bu buruk hikaye, Melek Akman’ı derinden etkiliyor ve büyüyünce bu hikayeyi 1976 yılında kağıda döküyor, ortaya Hayde! Türküsü çıkıyor.


Yıllar sonra, rahmetli Kazım Koyuncu, bir arkadaşı vasıtasıyla bu türküyle karşılaşıyor ve albümünde bu türküyü okumak istediğini belirtiyor.


Ve yıl 2004. Kazım Koyuncu Hayde isimli ikinci albümünde kaynak kısmına Melek Akman’ın ismini yazarak bu türküye can katıyor.


Kazım Koyuncu bu türküyü okuduğunda ise henüz Melek Akman ile tanışmamışlar. Tesadüfen Melek Akman’ın Ardeşen’de işlettiği restoranında tanışıyorlar. Melek hanım ile çok tanışmak istediğini ancak bir türlü ulaşamadığını anlatmış Koyuncu.


Ve Koyuncu, ölümünden bir yıl önce Harbiye konserinde türkünün sahibi Melek Akman’ı dinleyicilerine “İşte Hayde’nin bestecisi burada” diyerek takdim ediyor

Söz ve müzik kendisine ait olduğu halde, türkünün neden anonim kaldığını ise şöyle anlatıyor Melek Akman: “Türkünün ilk iki satırı ve son dörtlüğü farklı iki türküden. Ama aradaki üç dörtlük ve müzik bana ait. Türküyü ilk verdiğim arkadaşıma, ‘Anonim yazsam olmayacak, adımı koysam olmayacak. Ne yapalım?’ dedim. O da, ‘Boşver anonim yazalım’ dedi. Parada, pulda, sanatçılıkta gözüm olmadığı için kabul ettim.’’


Tabii, Kazım Koyuncu vefat etti, aradan yıllar geçti ve Hayde türküsü yeterince parlamadı, sadık dinleyicileri bildi, sevdi. Fakat 2010 yılında vizyona giren Av Mevsimi filminde Cem Yılmaz’ın seslendirmesiyle Hayde, büyük patlama yaşadı ve geniş kitlelere ulaştı.


Tabii, her popüler olan şey gibi, Hayde türküsü de bir süre sonra popüler kültüre alet edildi, kirlendi. Farklı farklı versiyonları yapıldı, eski saf ve temizliğini kaybetti.

Fatih Ürek de değişik bir versiyonla tekrar seslendirdi. İşte, Melek Akman’ın türküyü sahiplenmesi de bu gelişmelerden sonra oldu.


“Hayde’ Kazım Koyuncu’yla bütünleşmiş otantik Hemşin ezgileri taşıyan bir türkü. Cem Yılmaz, çok güzel yorumladı, yüreğiyle okudu. Ama gel gelelim daha sonra okuyanlarla eser eserlikten çıktı ve yozlaştırıldı. Bu türkünün benim için çok dokunaklı bir hikâyesi var, duygusuz okunmasını istemiyorum. Kazım aramızda olsaydı buna izin vermezdi. Ben de ‘Hayde’nin derleyeni ve bestecisi olduğum için duruma el koymak zorunda kaldım. Etnik kökenleri simgeleyen eserlerin, ezgileriyle oynanması hoşuma gitmedi.” Diyerek anlatıyor Melek Akman.


Şüphesiz ki Doğu Karadeniz insanının acısını yansıtan, paylaşan Hayde, her şeye rağmen tüm duygusunu, acısını, saflığını içinde taşıyarak bir bestede yaşamaya devam edecek tüm güzelliğiyle.


FRANKENWEENIE

Tim Burton’dan özlediğimiz tarzda gotik, karanlık, 86 dakikalık bir masal: Frankenweenie.



Tim Burton animasyonlarını hep farklı bir yerde görmüşümdür. Tim Burton’un kendine has tarzı, çocuklardan ziyade yetişkenlere yönelik fantastik anlatımıyla diğer animasyonlardan hep sıyrılmıştır.

Frankenweenie de yine buram buram Tim Burton kokan filmlerden biri. Tıpkı 2005 yılında bize izlettiği unutulmaz bir animasyon Corpse Bride gibi yine iddialı bir film. Tim Burton severlerin kesinlikle seveceğini düşündüğüm bir film oldu Frankenweenie.


Aslında, bu ”Frankenweenie” Tim Burton’un ilk kez çektiği bir proje değil. Daha önce de 1984 yılında kısa film olarak çektiği aynı adlı filmin yeniden çevrimi ve 86 dakikaya yayılmış hali.



Bir Tim Burton filminden bekleyebileceğiniz her şey bu filmde de aynen mevcut. Çeşitli filmlere göndermeler (Pet Semetary gibi), gotik bir atmosfer, fantastik olaylar yine mevcut.



Frankenstein ailesinin küçük oğlu Victor (bu isme Tim Burton severler aşina zaten, filmde duyunca yüzüme bir gülümseme yerleşmedi değil hani) ve köpeği Sparky kendi dünyalarında mutlu bir şekilde yaşamaktadırlar. Ancak bir gün Sparky’nin ölümü, Victor’u en iyi arkadaşı Sparky’den ayırır.

Okuldaki hocası Mr. Rzykruski’nin anlattıkları üzerine kafa yoran Victor, yaptığı bir deneyle Sparky’i yeniden yaşama döndürür ve olaylar zinciri başlar.


Özellikle al evde besle cinsinden sevimli Sparky ile aklıma kazınan Frankenweenie, bir Tim Burton filmi olmanın hakkını veriyor. Film, 85. Akademi Ödüllerinde en iyi animasyon dalında aday gösterilmişti. Ancak ödül, Brave filmine gitmişti. Tabii, bu ödülün doğruluğu tartışılır. Kanımca Frankenweenie, Brave’den çok daha üstün, farklı bir film. İzlenmeli.

A SINGLE MAN

Sakin bir akış içerisinde, etkileyici ve derinden bir anlatım sunan 2009 yapımı Tom Ford filmi: A Single Man

Tom Ford’un yönettiği ilk sinema filmi olan ”A Single Man” olabildiğince sade ve etkileyici anlatımıyla hareketli bir akışa sahip olmamasına rağmen kendini sıkmadan izlettiren bir film.


Başrolde Colin Firth, karaktere ruh katan, usta performansı ile kendini göz kırpmadan izlettiriyor ve 100 dakika boyunca ortaya akla kazınan bir performans koyuyor. Colin Firth, bu performansıyla 2010 Oscar ödül töreninde ”en iyi erkek oyuncu” dalında aday gösterilmişti.



A Single Man; sıradan bir film olmaktan öte, tam bir karakter filmi ve detaylarıyla, filme hakim olan hava ile bir roman okuyormuşcasına izlenim veren, izleyiciye güzel bir yönetmenlik ve oyunculuk vaat eden film.


NIRVANA- MTV UNPLUGGED IN NEW YORK

Nirvana’nın, son stüdyo albümleri In Utero’nun çıkışının ardından Kasım 1993′de kaydettikleri canlı performanslarından oluşan leziz bir albüm: MTV Unplugged in New York.




İçerisinde stüdyo albümlerinden parçaların canlı performanslarının yanı sıra tekrar tekrar dinlenesi bir adet David Bowie (The Man Who Sold The World) coverı da bulunuyor.

Albümün parça listesi:

“About a Girl” (Cobain) – 3:37
“Come as You Are” (Cobain) – 4:13
“Jesus Doesn’t Want Me for a Sunbeam” (Kelly/McKee; The Vaselines cover) – 4:37
“The Man Who Sold the World” (David Bowie cover) – 4:20
“Pennyroyal Tea” (Cobain) – 3:40
“Dumb” (Cobain) – 2:52
“Polly” (Cobain/Nirvana) – 3:16
“On a Plain” (Cobain/Nirvana) – 3:44
“Something in the Way” (Cobain/Nirvana) – 4:01
“Plateau” (Kirkwood; Meat Puppets cover) – 3:38
“Oh Me” (Kirkwood; Meat Puppets cover) – 3:26
“Lake of Fire” (Kirkwood; Meat Puppets cover) – 2:55
“All Apologies” (Cobain) – 4:23
“Where Did You Sleep Last Night” (Traditional, Arranged by Leadbelly) – 5:08

”Mtv Unplugged in New York” albümü, her bir performansıyla çok iyi, bana göre diğer Nirvana stüdyo albümlerini bile geçen bir konumda.

Özellikle dikkatle dinlenmesi gereken parçalar: All apologies, Where Did You Sleep Last Night, The Man Who Sold the World, Pennyroyal Tea.

Her dinleyişte farklı bir tat veren ama aynı zamanda da buruk bir şekilde dinlenen, All Apologies dinlerken akılda Kurt Cobain ile uzaklara götüren, Kurt Cobain’i hırkası ve gitarıyla akıllara kazıyan, arşivde yer alması gereken bir albüm.


THE IMPOSSIBLE

26 Aralık 2004 tarihinde yaşanan ve son yüz yıl içinde gerçekleşen en büyük felaketlerden biri olarak kabul edilen Güney Asya Tsunami felaketi yüzbinlerce ailenin hayatını değiştirir, sarsar. Bu ailelerinden biri de İspanyol Maria Belon ve ailesidir.

2004 yılında yaşadığı büyük felaketten sonra ülkesinde telefon bağlatısıyla katıldığı bir radyo programında yaşadıklarını anlatan Maria Belon’un hikayesi yönetmen Juan Antonio Bayona‘ yı derinden etkiler ve söylenen odur ki yönetmen Bayona, Maria Belon ile buluşur ve bu hikayeyi filme çekmek istediğini belirtir, ortaya etkileyici bir felaket filmi, Lo İmposible (The İmpossible) çıkar.

Yapım şirketi Telecinco Cinema, zarar etme ihtimaline karşılık filmin çekilebilmesi için ön koşul olarak filmin ingilizce çekilmesini ve filmde dünya çapında ünlü oyuncuların oynamasını ister.

Böylece baştan İspanyolca olarak yazılan senaryo, İngilizceye çevirilir ve oyuncular da Maria Belon’un isteğiyle kendisinin sevdiği oyuncular olan Ewan McGregor ve Naomi Watts olarak belirlenir.

Filmimiz, üç çocuğuyla birlikte noel tatilini geçirmek için Tayland’a gelen Maria-Henry çiftinin Tayland’ın ünlü tatil mekanlarından olan ve tsunami felaketinde yıkıldıktan sonra tekrar inşa edilen Orchid beach resort’a yerleşmesiyle başlar. Başlarda her şey güzeldir ta ki 26 aralık tarihine kadar.


Filmdeki tsunami sekansı, tüm felaket filmleri içierisinde çok ayrı bir yere sahip olmayı hak eden bir sekans.

Yönemen Bayona, bu tsunami sekansı için ısrarla cgi kullanmak istememiş ve bu sekans için tam bir yıl çalışılmış. Çalışıldığına da değmiş diyebilirim kesinlikle.


Tsunami felaketi sonrasında film, olayın tamamen psikolojik yönüne eğiliyor ve düz, sıradan bir felaket filmi olmaktan çıkıyor. Felaket sonrası felaketi yaşayanların ruh haline değiniyor. Bu durum özellikle anne Maria ve büyük oğlu Lucas arasındaki bağ ile çok iyi kotarılmış.


Filmde oyunculuklar da hakkını veriyor ama özellikle Naomi Watts ve Ewan McGregor’dan da öte kardeşlerin en büyüğü Lucas rolünde 96 doğumlu çocuk oyuncu Tom Holland, çok iyi bir oyunculuk sergiliyor. Filmin kilit rolü diyebiliriz Lucas karakteri için.

Naomi Watts her zamanki ayarında ancak Oscar adaylığı abartılı olmuş diye düşünüyorum. Filmdeki rolü çok etkin bir rol değil. Yan rol bile diyebiliriz.

Film ilgili ilginç bir bilgi de çiftin gerçek hikayesinin bazı ufak detaylar dışında tamamen aynı şekilde filme aktarılmış olması. Değiştirilen tek detay, filmdeki çocukların oynadığı topun, normalde sarı iken filmde kırmızı olması.

Ayrıca filmde rol alan figuranlar da tamamen tsunami felaketinin canlı tanığı olan insanlardan seçilmiş.

The İmpossible, iki saatinizi ayrıcağınıza pişman olmayacağınız, daha çok felaket değil de özellikle psikolojik filmlerden hoşlanıyorsanız sizi tatmin edecek bir film olmuş. Büyük bir dramı çok başarılı bir şekilde ele almış.

Olayın psikolojik yönünü ele almasaydı bu kadar iyi bir film olmazdı kesinlikle.

BU BİR AMERİKAN RÜYASI DEĞİL: SHAMELESS

Genellikle mevcut dizilerin veya filmlerin yeniden çevrimleri başarısız olur. Bu yüzden bir projeyi yeniden hayata geçirmek risklidir. Hele ki bu bir İngiliz dizisi iken.

Ancak 2011 yılında yayın hayatına başlayan ve orijinal İngiliz versiyonunda Manchester’da yaşayan Gallagher ailesini bir Chicago mahallesine taşıyan Showtime yapımı Shameless, ortaya çok başarılı bir yeniden çevrim koyuyor ve bu konuda orijinalinden çok daha iyi bir dizi sunuyor izleyiciye.


Bir Amerikan Rüyasının aksine Shameless için ”Amerikan Rüyası” tabiri klişeleri ters yüz eden bir dizi diyebiliriz.

Hatta, genellikle Frank karakteri üzerinden mevcut sisteme, yapılan açık açık eleştirilerle ve sosyolojik tespitlerle fazlasıyla eleştirel bir dizi.

Özellikle karakter dizisi olmasıyla dikkat çekiyor Shameless. Karakterlerin her birinin kendine has özellikleri ile ilk sezondan bu yana bütün karakterleri izleyiciye en iyi şekilde tanıtıyor ve bu karakterler arasında rol model olabilecek, kusursuz bir karakter yok.

Her bir karakter olabildiğince gerçekçi, kendi içlerinde doğrularıyla, yanlışlarıyla mücadele veren ve bunu samimi bir şekilde izleyene de yansıtan karakterler.

Ağırlıklı olarak komedi türünden sayılsa da değme dram filmlerine taş çıkartacak kadar dramatik sahneleriyle de Shameless, komedinin içine dram unsurunu da çok başarılı bir şekilde sindiriyor ve oldukça gerçekçi, samimi bir dizi çıkıyor ortaya.


William H. Macy, Emmy Rossum, Justin Chatwin, Shanola Hampton, Steve Howey, Joan Cusack, Jeremy Allen White gibi başarılı oyuncu kadrosuyla Shameless, geçtiğimiz hafta 3. sezon finaliyle ekrana geldi.


İZ BIRAKAN NESNELER

Bazen gözünüze takılan geçmiş günlere ait bir nesne, bir eşya, sizi alır götürür o günlere. Zaman yolculuğuna çıkmış gibi yüzünüze bir gülümseme yerleştirir her seferinde. Aradan yıllar geçse de artık işe yaramıyor da olsa saklamak istersiniz, üzerinde anıların yükü olduğu için.


30 yıllık bir televizyon, bazen yeni moda bir televizyondan daha değerli olur. Üzerine yılların kokusunun sinmiş olduğu bir parça eşyanız sizin için çok kıymetli bir hal alır.

Bazen bir kalem, bir ayna, bir radyodur anıların maddeye bürünmüş hali.


ROTRİNG

Bu iz bırakan nesnelerden biri de Rotring şüphesiz.

Almanların meşhur kalem markası Rotring de dayanıklı kalemleriyle çok öğrencinin haşır neşir olduğu bir markaydı.

Geçen gün evin içinde, çok eski bir rotring kaleme denk geldim. Hani şu, meşhur çok ince olan tasarım. Yıllardır sınavlarda, derslerde, her türlü yazacak-çizecek işinde kullandığım kalemim.


Uzun zaman kullanınca, üzerinde sizin anılarınızdan bir parça kalıyor o kalemin üzerinde. Atmaya kıyamıyorsunuz, yadigar bir eşya olarak değerleniyor gözünüzde.


Alman Rotring firması da 1979, 1996 ve 2007 yıllarında çıkardığı üç farklı tikky modelleriyle birçok insanın öğrencilik hayatında izler bıraktı.


ATARİ



Ve atari, bir dönemin çocuklarının eğlence aracı olmuş, büyük bir furya başlatmış eski nesil oyun konsolu.


Özellikle 80’li yıllarla birlikte Türkiye’de yaygınlaşmasıyla, her ne kadar ömrü kısa olup yerini yeni nesil teknolojilere bıraksa da atari, bir döneme damgasını vurmuş bir oyun konsolu oldu.


SONY WALKMAN


Kalemlerin bir yazı aracı olmaktan çok kasetleri sarmak için kullanıldığı dönemlerin baş kahramanı.

Rahatlıkla Japon firma Sony’nin dünyaya armağan ettiği en büyük, devrim niteliğindeki ürünü diyebiliriz Walkman için. Belki sonra teknoloji çok gelişti, farklı farklı modeller çıktı ama hiçbiri de Walkman kadar keyif vermedi insanlara.

CLINT EASTWOOD


Kendisi hakkında ‘’sinemanın yaşayan efsanesi’’ desek kimse itiraz etmez sanırım.
Belki de Morgan Freeman ile birlikte eski kuşak sinemanın son temsilcilerinden. Son yıllarda da geçmişteki dev tecrübeleriyle modern sinemayı harmanlamasını bilen usta bir isim: Clint Eastwood
Hem ustalığı su götürmez bir oyuncu hem de harika bir yönetmen.


İşte bu yüzden kendisini izliyor olmak büyük bir şans aslında günümüz sinema seyircisi için.
Kendisini izlediğim ilk film, Morgan Freeman ile birlikte oynadığı 1992 yapımı ‘’Unforgiven’’ dı. Bu filmde tanımış ve kendisinin takipçisi olmuştum. Sonrasında hızla filmografisini tükettim.
Her izlediğim filmde hayranlığım daha da arttı. Sinema zevkimin oluşmasında büyük katkısı olan, sinema deyince aklıma gelen ilk simalardan Clint Eastwood.


31 Mayıs 1930 tarihinde çelik işçisi bir babanın oğlu olarak başlayıp sinemanın unutulmaz yüzlerinden biri olmaya uzanan bir hayat öyküsü.
Clint Eastwood başlarda adem elmasının fazla çıkık olması sebebiyle stüdyoların tercih ettiği bir isim olmaz. Ancak yılmayan Eastwood, ilk çıkışını bir tv dizisi olan Rawhide’da Rowdy Yates karakterini canlandırarak yapar.
Ancak onu, yeteneğini dünyaya duyuran asıl yapım ise 1964 yapımı ‘’A Fistful Of Dollars’’ filmidir.
Arkasından 1965’te ‘’For a Few Dollars More’’ ve her sinemaseverin aşina olduğu Clint Eastwood ismini hafızalara kazıyan 1966 yapımı ‘’ The Good, The Bad And The Ugly’’ ile Clint Eastwood herkes tarafından bilinen bir isim haline gelir.
Yıl 1971. ‘’Dirty Harry’’ filminde canlandırdığı Harry Callahan rolüyle sinema tarihinin unutulmaz karakterlerinden birine imza atar.



Arkasından 80’li yıllar Eastwood için kısa bir duraklama dönemi olur. Sanki 90’lı yıllarda yapacağı sürprizlere bir hazırlık yaparcasına 80’li yıllarda gündemde olmadı Eastwood.
Ve 1992. Hem yönetip hem oynadığı ‘’Unforgiven’’ ile akademiden en iyi yönetmen oscar’ını kazandı ve en iyi aktör dalında ödüle aday gösterildi.
Arkasından sırasıyla ‘’In the Line of Fire’’, ‘’A Perfect World’’, ‘’The Bridges of Madison County’’, ‘’Absolute Power’’, ‘’ True Crime’’ filmlerinde oynadı.
2000’li yıllar.
Clint Eastwood 2000’li yıllara ‘’Space Cowboys’’ filmiyle giriş yaptı. 2002 yılında ‘’Blood Work’’ ile oyunculuk kariyerine devam etti.
Ve 2004… Ustadan bambaşka bir film: ‘’Million Dollar Baby’’
2005 yılındaki akademi ödüllerinde aday olduğu dallarda favori olarak gösterilen, bir başka usta isim Martin Scorsese yönetimindeki ‘’The Aviator’’ ile geçen yarışta Eastwood ve ekibi, 2005 akademi ödüllerinin galibi olur. En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi aktris ve en iyi yardımcı erkek oyuncu dallarında ödülün sahibi olur. Morgan Freeman ve Clint Eastwood gibi iki usta oyuncuyu birlikte izlediğimiz filmde, Hillary Swank de oyunculuğuyla göz dolduruyor.


Arkasından oyunculuğa 4 yıllık bir ara verir Clint Eastwood. Bu arada da ‘’Flags of our Fathers’’, ‘’Letters From Iwo Jıma’’ ve ‘’Changeling’’ filmlerinin yönetmenliğini yapar.
Ve onu bir kez daha kamera karşısında izlediğimiz, yönetmenliğini de yaptığı ‘’Gran Torino’’ 2008 yılında vizyona girer. Bizlere leziz bir hikaye izletir Eastwood.


Gran Torino’nun ardından belli bir süre kamera karşısında görmedik onu. ‘’Hereafter’’, ‘’Invictus’’ ve son olarak geçtiğimiz yıl ‘’J.Edgar’’ filminin yönetmen koltuğunda oturdu.
Ve nihayet uzun bir aranın ardından özlediğimiz Clint Eastwood’u 2012′nin sonlarında ‘’ Trouble with the Curve’’ filminde izleyebiledildik. Her ne kadar film vasat olsa da Eastwood’u izleyebilmiş olmak yetti.
Ve son olarak, izlediğim ilk filmi olduğundan olsa gerek benim için hep Will Munny olan bu değerli insana daha uzun ömürler diliyorum.
Umarım onu beyazperdede yine oyunculuğuyla bizi büyülemeye devam ederken görmeye devam ederiz.
Saygılar Clint Eastwood’a.


SPIELBERG’IN EN İYİ 5 FİLMİ

O kadar Spielberg filmi izledim, oturup en çok aklıma kazınanları yazayım dedim. Liste tamamen kişisel olup, Imdb top 250 veya herhangi bir listeye tabi olmadan yazılmıştır ve yönetmen koltuğunda oturduğu filmlerden oluşturulmuştur. Yapımcılığını üstlendiği filmler dahil değildir.

5) EMPIRE OF THE SUN- 1987

5 numara için çok aday vardı kafamda. Minority Report, A.I… Ancak Empire of the Sun’u listeye koymazsam hakkını yemiş olurum diye düşündüm.


4) SAVING PRIVATE RYAN- 1998
Spielberg denilince aklıma gelen ilk filmlerden biri olduğu için tereddütsüz seçtim Saving Private Ryan’ı. Spielberg izleyenleri arasında beğenen kadar nefret edeni de çok olsa da izlenmesi gereken bir Spielberg filmi.


3) LINCOLN

Usta bir yönetmenlik, çok iyi bir uyarlama senaryo ve Daniel Day-Lewis’in unutulmayacak performansıyla Lincoln, Spielberg’in en iyi filmleri arasında gösterilmeyi hak eden bir film.


2) SCHINDLER’S LIST- 1993
Siyah-beyaz film tekniği ve II. Dünya savaşı’nın dramını, Alman işadamı Oscar Schindler’in gözünden anlatmasıyla Schindler’s List, Spielberg’ün unutulmayacak, klasikleşmiş filmlerinden.


1) MUNICH- 2005
Ve bir numaram: Munich. Listeyi oluşturmaya başlarken kafamdaki bir numara en baştan belliydi zaten.
Şimdi, o kadar Spielberg filmi dururken neden Munich? diyebilirsiniz.
Munich, en çok etkilendiğim, beğendiğim Spielberg filmi olmuştur. Her izlediğimde farklı bir tat aldığım, sinematografisiyle, başta Eric Bana olmak üzere oyunculuklarıyla, daha iyisi gelene kadar benim için en iyi Spielberg filmi. 2006 yılı oscar’larında epeyce hakkının yendiğini düşündüğüm, yönetmenlik, kurgu, uyarlama senaryo olarak çok başarılı, kanımca Spielberg filmleri içinde göz ardı edilen bir film.


Not: Jurassic Park, E.T, Jaws filmlerini izledim. Ancak, sanırım Spielberg’in Blocbusters yerine dram ağırlıklı filmlerini daha fazla beğendiğimi söyleyebilirim.

İyi seyirler.

EN İYİ 3 CHRISTOPHER NOLAN FİLMİ

Christopher Nolan için son yılların en çok ses getiren İngiliz yönetmeni desek yanlış söylemiş olmayız.
Özellikle 2005 yılından itibaren Batman serisini yeniden diriltmesiyle ve süper kahraman filmlerinde yeni bir dönemi başlatmasıyla Nolan farklı bir yönetmen olduğunu gösterdi. Öte yandan Memento, Inception ve her izleyişimde farklı bir tat aldığım The Prestige ile beyazperdede örneğine rastlanmayan orijinal filmler sundu bizlere.

Ben de oturup kendi çapımda yönetmen koltuğunda oturduğu 11 filminden en çok beğendiğim 3 Nolan filmini belirledim.
Aslında 11 film içinde kötü diyebileceğiniz bir film yok, dolayısıyla yönettiği filmlere bakarsak, çektiği her bir filmin bu listeye girme potansiyeli var, o da ayrı konu.

3) BATMAN BEGINS

Aslında 3 numara için ”The Dark Knight” da olabilirdi. Ancak Batman Begins’in süper kahraman filmlerinin ciddiyetsiz havasını değiştiren ilk film olması ve halefi süper kahraman filmlerine ışık tutan film olmasıyla bu listede yer almayı hak ediyor.


2) INCEPTION

Bir yandan Memento’yu düşündüm bir yandan da Inception’ı. Inception, benim için daha ağır bastı.
Etkileyici senaryo ve görsellik Inception’u Nolan filmleri arasında ayrı bir yere taşıyor.


1) THE PRESTIGE
Bir yanda Hugh Jackman diğer yanda Christian Bale’ın sunduğu oyunculuk ziyafeti. Öte yandan bunlara eşlik eden usta oyuncu Michael Caine ve kamera arkasında Christopher Nolan. Kanımca şu ana kadarki Nolan filmleri içerisinde izleyebileceğiniz en akıl karıştırıcı, sarsıcı, düşündürücü Nolan filmi.
Kesinlikle izlemediyseniz zamanınızı ayırın. Ama lütfen, tüm telefonları, pencereleri kapatıp mümkünse odayı ışık almayacak şekilde ayarlayıp öyle izleyin.
İyi seyirler.


YEDİNCİ SANAT




Yedinci sanat veya bir diğer deyişle beyazperde. İnsanı yansıtan, aslında insanın görmek istediklerini gösteren, gerçek ve hayal arasındaki ince bir çizgidir sinema.

Evet, sinema insanın hayal ettiklerini, isteyip de yapamadıklarını, görmek istediklerini gösterir. Tabii ki sadece görmek istenilenleri değil, yaşanmış kötülükleri, savaşları, katliamları da yansıtır sinema. Bir ayna işlevi görür aynı zamanda. Ama sinema genel anlamda insan için kısa süreliğine de olsa günlük hayattan bir nebze kaçış, bir soluktur. Sevilmesinin en önemli sebebi de budur diye düşünüyorum. Sinemanın büyüsü de bu sebepten kaynaklanır. Seyirciyi alır içine çeker.

Günlük hayatta gerçekleşmeyen mucizeler, kendi hayatımızda olmasını isteyip de olmayan şeyleri görürüz biz beyazperdede.

Neden filmler genellikle mutlu sonla biter? Bunun sebebi nedir? Acaba insanların günlük hayatın karmaşasında giderek yalnızlaştığı ve git gide karamsarlaştığı için mi?
Böyle bir durumda sinema antidepresan görevi de görüyor diyebiliriz. Sonuçta insanlar biraz olsun moral toplamak, keyiflenmek için de film izleyebiliyorlar.
Belki de düşledikleri ütopyayı gördükleri için film izliyorlar.

Mesela çaresiz kaldığın bir an. Koltuğa yığılmışsın ,ağlıyorsun. Belki teselli bulmak istiyorsun. Telefon çalsın istersin, belki o anda kapı çalsa, karşında dertleşmek isteyeceğin bir arkadaşını görmek istersin.
Ama o kapı hiç çalmaz…
Sinemada böyle değil işte, bir film izlersin. Filmdeki karakter de ağlıyordur, o da yığılmıştır koltuğa. Ama tam o anda kapı çalar. Karakter açar kapıyı, yalnızlığını unutur.
İşte sinema budur. Size düşlediğiniz gerçekliği gösterir.

Bir tren gider, sen trene yetişemezsin ve binemezsin. Bir sinema filminde ise karakter bir şekilde yetişir o trene ve biner. İşte gerçek ve hayal arasındaki ince çizgi budur.

Sinema bazen isyandır, kitleler sinema aracılığıyla dünyaya seslerini duyururlar.
Evrensel bir dildir sinema. Dünyadaki herkesin ortak dili, ortak paydasıdır.
Etnik kökenin olmadığı, bir zamanlar siyahlarla beyazların aynı ortamda bulunamadığı bir zamanda siyahi ve beyaz oyuncuların beraber rol aldıkları bir ortamdır.

Başlı başına bir dünyadır sinema.
Onat Kutlar sinemayı çok güzel özetlemiş: ‘’Sinema bir şenliktir’’.
Evet sinema bir şenliktir. Kitleleri birleştiren, dünyanın dört bir yanındaki insanların aynı filmden etkilendikleri bir şenliktir. Bir hayal gücüdür sinema.
Bir sinema filmi önce düşüncede başlar. Onun senaryosu, şekli hayal gücüyle yoğurulur. Ardından kağıda dökülür ve perdeye aktarılır.

Usta yönetmen Steven Spielberg’ün çok sevdiğim bir sözü var: ‘’ Her zaman seyirciyi düşünmeyi severim yönetirken. Çünkü ben seyirciyim.’’. Sinema bir empatidir aynı zamanda.
Sinemayla ilgili değinilmesi gereken bir başka önemli nokta daha var.
Günümüzde sinemanın en önemli sorunu maalesef gittikçe yapaylaşması, efektlere boğulması, gerçeklikten uzaklaşması. Eminim birçok sinemasever de böyle düşünüyordur.
Hangimiz Shawshank Redemption’u (esaretin bedeli) veya godfather serisini izlerken aldığımız hazzı şimdi ki filmlerden aldık ki? Sanırım IMDB’nın en iyi 250 film listesinde zirvedeki filmlerin günümüzden 20-30 yıl öncesine ait filmler olması bu durumu gayet iyi açıklıyor.
Steven Spielberg’ün şu sözü de bu durumu özetler nitelikte: ‘’ eğer Jaws’ı çektiğimde bu teknoloji olsaydı köpekbalığını 4 kat daha fazla gösterirdim ve böylece 4 kat daha az korkutucu olurdu. filmin bu kadar gerilim dolu olmasının sebebi hayvanın az ama öz gözükmesi, geri planın seyircinin hayal gücüne kalması’’
Umarım artık günümüzde daha doğal filmler izleyebiliriz.

Ve son olarak Onat Kutlar’ın sözünü hatırlatayım bitireyim: sinema bir şenliktir, tadını çıkarın.
İyi seyirler

ŞARKILARLA GEÇTİ ARAMIZDAN: KAZIM KOYUNCU

Şair ceketli çocuk: Kazım Koyuncu.

Bir haziran vakti, 25 Haziran 2005’te henüz 33 yaşında hayata gözlerine yuman Karadeniz’in hırçın dalgası.

O kısacık hayatına çok şeyler sığdırdı Kazım Koyuncu.


Karadeniz’in çocuğuydu. 7 Kasım 1971’de Artvin’in Hopa ilçesine bağlı Pançol köyünde dünyaya geldi.

Müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başlamış, çocukluğu, “üstadım” dediği, “Kemençeci Yaşar” lakabı ile tanınan Yaşar Turna’nın yanında türkü dinleyerek geçti.
İstanbul’a üniversite eğitimi için geldikten sonra müzikle yoğun olarak uğraşmaya başlamışsa da İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nden siyasi nedenlerle ayrıldı. 1992 yılında profesyonel müzik hayatına atıldı.

1992′de henüz 20 yaşında iken Ali Elver ile “Dinmeyen” adlı özgün müzik grubunu kurdu ve profesyonel müzik hayatına başladı. Zamanla Lazca müzik yapmak için bu gruptan ayrılmışsa da rock’tan kopamadı ve geleneksel Laz halk müziğini rock tabanlı yorumlamaya başladı.


Ve Zuğaşi Berepe, Kazım Koyuncunun hayatının dönüm noktası oldu.

1993’te Mehmedali Barış Beşli ile birlikte Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) adlı rock müzik grubunu kurdu. Lazca rock yapma iddiası ile yola çıkan ve 1995′te Va Mişkunan (Bilmiyoruz), 1998′de de İgzas (Gidiyor) adlı albümleri yaparak bu iddialarını da gerçekleştiren grup, sınırlı sayıda (yalnızca 130 adet) basılmış

bir konser albümü (Bruxel Live) çıkardıktan sonra 1999 yılında dağıldı.

Grubuyla beraber gittikleri Diyarbakır konserinde seyircilere ‘’Biz denizin çocukları, dağların çocuklarına selam getirdik’’ demişti. Her kitleden insana sevdirmişti kendini Kazım Koyuncu.

Müzisyen arkadaşı Harun Topaloğlu anlatıyor bir anısını: ‘’Biz Diyarbakır’a gittiğimizde uçaktan indik. Bizi aldılar, alana doğru gitmeye başladık. Gittik, gittik. Dediler ki işte buradan başlıyor konser alanı dediler ama alabildiğine insan var. Biz yaklaşık dört kilometre insanların içinden sahneye gittik. Sıra bize geldi. Orası çok acayipti. Sahneye çıktık, sahneden insanlara bir baktım, alabildiğine insan var. Şöyle bir durdum, döndüm. Kazım abi ne olacak şimdi dedim. Bilmiyorum abi dedi, ben de hakikaten bilmiyorum dedi. Şarkılar söylemeye başladık, insanlar coşmaya başladı. Sonra Didou Nana geldi. Didou nana parçası geldi ve o 500.000’in üzerindeki bütün herkes, biz sahnede sustuk ve didou Nana’yı söylediler ve bu Diyarbakır’da yaşandı. Biz Karadeniz’den gelmiştik. Farklı bir kültürle lazcayla, Hemşinceyle, Gürcüce ile gelmiştik. O anda Diyarbakır’da benim elim ayağım titremeye başladı. Ne yapacağımı şaşırmıştım. O an Kazım abiye baktım. O da ne yapacağını şaşırmıştı. Durduk, bakıyorduk sadece. O an dönüm noktasıydı. Tamam dedim, artık bundan öte bir şey yapamam dedim.’’

Bu müzik grubu, Kazım Koyuncu’nun müzik kariyerinin olgunlaşma dönemi oldu. Bir de not düşeyim; bu grup Türk müzik tarihinin ilk etnik lazca- rock grubuydu.

Kazım Koyuncu Zuğaşi Berepe’nin dağılmasından sonra müziğe tek başına devam etti.
Salkım Söğüt adlı projelerin ikincisinde 3 şarkıyla yer aldı. 2001’de Viya adlı ilk solo albümünü çıkardıktan sonra Kanal D televizyonunda yayınlanan popüler TV dizisi Gülbeyaz’ın müziklerini yapınca yurt çapında tanındı. Daha sonra Kemal Sahir Gürel ile birlikte Sultan Makamı adlı televizyon dizisinin müziklerini
hazırladı.


Karadeniz müziğinin güçlü temsilcilerinden Fuat Saka, Volkan Konak ve Bayar Şahin ile birlikte düzenledikleri, büyük ilgi gören Hey Gidi Karadeniz konserler dizisinin de öncülüğünü yaptı ve Nisan 2004′te çıkardığı ikinci solo albümü Hayde ile popülaritesini arttırdı.

Lazcanın kendine has bir dil olduğunu gösterdi Kazım Koyuncu. Megrelce, Lazca söylediği şarkıları, derlediği Karadeniz yerel türkülerini tanıttı tüm Türkiye’ye ve kendine has yorumuyla çok sevildi.


Yaptığı her iki albümde de çok başarılı işlere imza attı.

Bir Megrelce şarkı olan ‘’Didou Nana’’ adlı şarkıyı derledi ve ‘’Viya’’ adlı
ilk albümüne koydu. O naif sesiyle muhteşem bir yoruma imza attı. Bu şarkı aslında Gürcistan’da yaşayan bir Megrel olan Nana Belkania’ya aittir. Kazım Koyuncu ölümünden önce kendisiyle irtibata geçmek istemiş ancak görüşemeden vefat etmiştir.

Bir doğu Hemşin halk türküsü olan ‘’Ka Tun Mita Xendasoç’’ adlı halk türküsünü derledi ve yine ilk albümü ‘’Viya’’ ya koydu.

Ou Nana, Tsira, Ella Ella, Selimina ve daha birçoğu…

Karadeniz kültürünü Türkiye’ye tanıtmış, sadece yerel halkın bildiği halk türkülerini albümlerinde tüm dinleyenlerine tanıtmıştır.


Kazım Koyuncu etnik müzik ve rock sentezini başarıyla uygulamış, daha önceden Karadeniz müziğine önyargıyla yaklaşan insanlara da Karadeniz müziğini sevdirmiştir.
Şarkılarında yerel çalgılar kemençe, tulum gibi çalgılarla Rock müziği harmanlamasını çok iyi bilmiştir

Ve ayrılık vakti…

2004′ün sonlarında Kazım Koyuncu’ya akciğer kanseri teşhisi konuldu ve kanser tedavisi görmeye başladı. 25 Haziran 2005′de, 33 yaşında, tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Karadeniz’in ‘’Şair Ceketli Çocuk’’ u hayata gözlerini yumdu.

26 Haziran 2005 ‘te Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda düzenlenen tören sonrası onbinler tarafından Hopa’ya uğurlandı ve 27 Haziran 2005 ‘te doğduğu köy olan Pançol’da fındık ağaçlarının çevrelediği köy mezarlığında ebedi istirahatgahına konuldu.

Kazım Koyuncu’nun genç yaşta kaybı, gönülden bağlı olduğu Trabzonspor’un vefakar taraftarları, Laz dilinin tanınmasına yaptığı katkılardan dolayı Laz halkı, çevre sorunları konusunda gösterdiği duyarlılığın yanı sıra alçakgönüllü, samimi ve hümanist kişiliğiyle kalbini kazandığı büyük halk kitleleri tarafından
üzüntüyle karşılandı.

Ölümünden sonra 16 şarkının 4 tanesi konser kaydı, 4 tanesi (Dünyada Bir Yerde, Yalnızlığı Anla, Hoşçakal, Yine Burada) demo kayıt, geri kalanı ise farklı albümlerde (Gitarın Asi Çocukları (Anılar Düştü Peşime), Grup Patika/Aşk Beni Büyütmedi (Ayrılık Şarkısı), Seyduna (Hayat), Tuncay Akdoğan/Bir Nehir ki Ömrüm
(Darbedar), Dinmeyen/Sisler Bulvarı (Askıda Yaşamak), dizi müziği (Le le le) yer alan Dünyada Bir Yerdeyim albümü Halkevleri tarafından Ocak 2007′de çıkartıldı. Bu albümün geliriyle Kazım Koyuncu Kültür Merkezi çalışmalarına başladı ve halen çeşitli atölye çalışmalarıyla katılımcılarına ücretsiz eğitimler vermeye devam etmektedir.

2008 yılında Kazım Koyuncu’nun hayat hikâyesinin yanı sıra bir kısmı hiçbir yerde yayınlanmamış görüntülerle anlatan yönetmenliğini Ümit Kıvanç’ın yaptığı “Şarkılarla Geçtim Aranızdan” belgeseli 3 DVD halinde yayınlandı.

Kendisinin hastanede tedavi görerken yazdığı son mektubu:

”Merhaba

uzun zaman oldu yazmayalı.
Aslında çeşitli sonuçlar çıktığında yazacaktım ama biraz karışık sonuçlarla karşılaşınca yazmaktan vazgeçtim.
Çok olumlu ve moralli başlayan tedavi süreci maalesef olumlu seyretmedi yeterince.

İlaçlar değişti, fakat iyileşme konusunda beklenen etkiyi göstermedi. Şimdi yeni planlar yapıyoruz.

Sanırım gurbet ellere doğru, tedavi olmak için yola koyulacağız. İlk hedef ABD ”housten.md Anderson” denen kanser hastanesi ya da başka seçenekler, ama bir süre ayrı kalmaya devam edeceğiz galiba, zor, zor.

İşler her ne kadar olumsuz olsa da ben tekrar sahneye, müziğe, hayata döneceğime dair bir kuşku duymamaktayım.

Yol devam ediyor, edecek…

görüşmek üzere, sevgiyle….

Kazım Koyuncu”

Bu not Kazım Koyuncu’nun yazdığı son not oldu.

“Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine,
ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere,
neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe,
tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar ‘a,
ateş hırsızlarına, Ernesto “Çe” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere,
sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her
şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi
sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen
çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar,
topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul
insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan
tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde
şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”

Onun hakkında en güzel sözleri de şüphesiz Nihat Genç söyledi: ‘’Mesela sadece sanatçılığını bir kenara bırak, sadece böyle bir çocuk olduğunu düşünsek, yani basit, sıradan bir garson olsun ya da çay ocağı işleten bir adam düşünsek, o bile inanılmaz güzel bir şey. Yani böyle insani bir güzelliği vardı. Hissediyorsun bunu. Çok teşekkür ediyoruz kendisine.’’

Teşekkürler Kazım Koyuncu.

Hopa’da fındık ağaçlarının altında rahat uyu. Buralar aynı, Trabzonspor devam ediyor mücadelesine ve biz seni hatırlamaya devam ediyoruz, edeceğiz.

O, şarkılarla geçti aramızdan…


KISA VE PARLAK BİR YAŞAM: KURT COBAIN

Genç yaşta dünyadan ayrılarak müziğe erken veda etmiş bir yıldızdı Kurt Cobain.
Genç yaşta başarılı işler yapıp, erken ayrılan müzisyenlerden bir tanesi.
‘’27 yaşında ölen ünlüler’’ kervanına katılıp hayranlarını 27 yaşın uğursuzluğuna inandıran, kısa yaşamına çok şey sığdıran bir rock yıldızı. Belki de ‘’rock yıldızı’’ tabiri Kurt Cobain’i tanımlamak için fazla basit kalıyor.
Rock müziğe büyük ölçüde katkıda bulunan, hala dinlenen hit parçalara imza atan, kim bilir yaşasaydı Rock müziğin geleceğini şekillendirecek olan isim olabilirdi Kurt Cobain.
20 Şubat 1967’de Washington’da başlayan başarılı ve bir o kadar sorunlu yaşam öyküsünün 5 Nisan 1994’da Seattle’da son bulma hikayesi: Kurt Cobain



Kurt Cobain, her başarılı müzisyen gibi klasik bir ifadeyle müzikle küçük yaşlardan itibaren ilgilenmeye başladı. Öyle ki daha henüz 9 yaşındayken The Beatles dinleyen birinden söz ediyoruz.
Bunalımlarla geçen hayatı annesine göre 8 yaşındayken anne ve babasının boşanmalarıyla başladı.
Müziğe olan aşırı tutkusu Kurt Cobain’in okul yaşantısını engelledi. Çeşitli gruplarla takılarak gitar çalmayı öğrendi. Bir askeri denizcilik okulundan kazandığı bursu da müzikle ilgilenmek istediği için kabul etmedi.
Birkaç amatör müzik grubuyla müzik yaşantısına başlayan Kurt Cobain için asıl dönüm noktası ,arkadaşı Krist Novoselic ile birlikte kurduğu, müzik tarihine adını yazdıracak olan ‘’Nirvana’’ grubu oldu. İlk single, ‘Love Buzz/Big Cheese’ 1988 yılında yılında yayınlandı.
1989 yılında çıkardıkları ilk albümleri ‘’Bleach’’ ile önce işler pek yolunda gitmese de sonradan ünlü plak şirketi DGC şirketiyle anlaşmaları ve aradıkları davulcu olan Dave Gohl’un gruba katılmasıyla Nirvana grubu güç kazandı.

1991 yılında grup altın çağını yaşadı. Ödüller üstüne ödül kazanan Nirvana ve Kurt Cobain, ikinci albümleri ‘’Nevermind’’ ile sadece ABD’de 5 milyon satış rakamını geçti ve hit oldu. Aynı albümde bulunan ‘’Smells like teen sprit’’ adlı Grunge müziğin en iyilerinden biri olarak gösterilen parçaları Nirvana’yı tüm dünyaya duyurdu. Şarkı, 1992 başlarında müzik listelerinde zirveye yerleşti.


Ancak Kurt Cobain, bu durumdan ve gösterilen yoğun ilgiden hoşlanmayan bir kişiliğe sahipti. Bu durum onun bunalıma girmesine yol açtı. Bir yandan hayranlarına kimi zaman kötü davranıyor, bir yandan da baş gösteren korkunç mide ağrılarıyla ve sahne arkasında istemeden uykuya daldığı narkolepsi hastalığıyla boğuşuyordu. Kimi zaman sinir krizleri geçiriyor, konser sırasında intihara teşebbüs edebilecek bir hale geliyordu. Mide ağrıları öyle korkunç bir raddeye vardı ki, Cobain, bu ağrıları durdurmak için eroin kullanmaya başlamıştı. Bu durum, grup içinde eroin kullanmasına karşı olan arkadaşlarıyla da tartışmasına neden oldu. Yani Kurt Cobain’in yükselişi, aynı zamanda çöküş yıllarını da başlatmıştı.
Tüm bunlar Kurt Cobain hakkında ardı arkası kesilmeyen dedikoduların da başlamasına yol açtı.

Uyuşturucu bağımlısı olmakla suçlanan Cobain bu suçlamalara, “Yıllarca uyuşturucu bağımlısı olmakla suçlandım. Oysa yıllardır berbat mide ağrılarını çekiyorum ve bu ağrılar turneleri çok zor bir duruma sokuyor. İnsanlar beni bir köşede tek başıma hasta ve ümitsiz bir halde oturmuş görüyorlardı. Bu durum, mide ağrılarımla cebelleşiyor olmamdandı; yediklerimi kusmamaya çalışıyordum. İnsanlarsa bana baktığında keş olduğumu düşünüyorlardı. Üç hafta boyunca eroin kullandım. Sonra bir temizlenme programından geçtim, kendime yeniden çeki düzen vermek için. Bu gerçekten uzun bir zaman aldı, yaklaşık bir ay.” Sözleriyle karşılık verdi.
Kişisel hayatı iyi gitmeyen Cobain için grupta da işler kötüydü. 1992 yılının sonlarına doğru çıkardıkları toplama albümleri “Incesticide’’ albümü hayranları tarafından beklenti büyük olduğu için beğenilmedi. Herkesin dilinde hala ‘’Smells teen like spirit’’ dolaşıyordu.

Bu süre zarfında Kurt Cobain, Courtney Love ile dünya evine girdi. Eşi hamile kaldığı sırada eroin tedavisi için kliniğe yattı. Ağustos 1992’de bir kızı dünyaya geldi. Bunun üzerine Cobain, hayatına çeki düzen vermeye karar verdi. Uyuşturucudan tamamen kurtuldu ve yeni albüm çalışmalarına başladı.
Ancak yeni albüm, ‘’In Utero’’ Nirvana’nın hayranlarına tepki olarak ‘’Nevermind’’ benzeri bir albüm yerine tamamen grubun istediği gibi bir albüm oldu.
Albümün ardından Cobain, inzivaya çekildi. Kalabalıktan uzaklaşmak, kafasını dinlemek için konserler dışında yalnız başına kaldı. Grup kısa bir ara verdi.


4 Mart 1994’te komaya giren Cobain, tesadüfen karısının onu görmek istemesiyle kıl payı kurtuldu.
Bu komadan kurtulan Cobain, bunalımdan çıkamadı. Karısıyla da tartışmalar yaşayan Cobain, kısa bir süre sonra çalkantılı hayatına son vermek istedi ve 5 Nisan 1994’de av tüfeğiyle kendisini vurarak intihar etti. Cesedi , üç gün sonra Seattle’deki evinde, 8 Nisanda bulundu. Bir efsane dünyadan ayrıldı.
Üç gün sonra on binlerce hayranı onu anmak için toplandı. Ölümünden sonra da Nirvana bir daha yoluna devam etmedi ve grup dağıldı.
Kurt Cobain de tıpkı diğer unutulmaz yıldızlar gibi, Freddie Mercury, Janis Joplin, Elvis Presley, Jeff Buckley, Jimi Hendrix gibi adını altın harflerle yazdırarak dünyadan ayrıldı, geride hatıralarını bırakarak…


”QUEEN” VE FREDDIE MERCURY



Müzik tarihi boyunca çok az grup vardır, dil, ırk fark etmeden her türden insanın sevgisini kazanmış, dillere pelesenk olan unutulmaz şarkılara imza atmış olsun. Her konserinde bir stadyum dolusu insanı müzikle senkronize hale getirebilecek bir grup, Queen. Evet, ‘’Queen’’ efsane kelimesinin tam anlamıyla şekil bulmuş hali.


Efsane vokal Freddie Mercury, Gitarist Brian May, bas gitarda John Deacon ve bateride Roger Taylor’dan oluşan İngilizlerin efsane müzik grubu. Belki de ‘’efsane’’ sıfatının anlatmaya yetmeyeceği kadar sıra dışı, tüm albümleri 300 milyondan fazla satan büyük bir grup.

Queen, müzik macerasına 1970 yılında başladı. Londra’da Roger Taylor, Brian May ve Freddie Mercury tarafından kurulan grup, bir yıl sonra basçı John Deacon’un da katılmasıyla son şeklini aldı.
İlk olarak 1973 yılında Queen adlı aynı ismi taşıyan albümleriyle müzik hayatlarına başladılar. Sert tonların hakim olduğu albümde Keep Yourself Alive, Doing All Right, Great King Rat, Liar, Jesus ve özellikle The Night Comes Down benim sık sık dinlediğim, bu albümdeki en çok beğendiğim parçalar. Fakat bu albüm her ne kadar dikkat çekmeyi başarsalar da henüz Queen efsanesinin adını duyurmamıştı. Asıl çıkışları daha sonra olacaktı.
Ardından 1 yıl sonra 1974 yılında” Queen II” isimli albümleriyle ilk albümün izinden giderek başarılı bir albüm ortaya koydular. Bu albümde ise The Fairy Feller’s Master-Stroke, Seven Seas of Rhye, benim en çok dinlediğim ”Queen II” parçaları oldu.
Aynı yıl Queen, Sheer Heart Attack adında üçüncü stüdyo albümünü çıkarır. Albümdeki Killer Queen şarkısı kısa sürede İngiltere’de 2 numaraya yükselir. Bu albüm özellikle sonraki Queen albümlerinin altyapısını oluşturan bir albüm olmuştur.

Ve Queen efsanesi doğar: A Night At the Opera
Bu albümde Rock-Opera konseptini kullanan Queen büyük bir başarı yakalar. Albümdeki en dikkat çeken parça, şüphesiz yılların eskimeyen şarkısı Bohemian Rhapsody’dir. Bohemian Rhapsdoy, dünya müzik tarihinde video klip çekilen ilk şarkıdır ve Queen’e ”Dünyanın en büyük hiti” ödülünü kazandırmıştır. Ayrıca şarkıyla ilgili en dikkat çeken şeylerden biri de; Queen, hiçbir konserinde bu şarkının tamamını canlı çalmamıştır. Bohemian Rhapsody Queen için dönüm noktası olmuştur.


Yıl 1976 ve ”A Day at the Races”
Queen’in 5. Stüdyo albümü, önceki iki albüm A Night At The Opera ve Sheer Heart Attack ile paralellik gösterir. Albümde Brian May’in bestelediği Tie Your Mother Down ve Mercury’nin harikası Somebody to Love, bu albümde sık dinlediğim parçalar olmuşlardır.

Yeni bir marş doğuyor: News of The World
Dillere pelesenk olan We will rock you ve We are the champions’in yer aldığı bu albüm için denilebilecek tek şey herhalde Queen albümleri içinde stadyum-rock denemesiyle apayrı bir yere sahip olduğudur.

1978′te Queen 7. stüdyo albümü olan ”Jazz” adlı albümü çıkarır. Bu albümde de tıpkı bir önceki News of the World’de olduğu gibi deneysel tür rock parçaları görülür. Bu albümde özellikle Jealousy ve Don’t Stop Me Now adlı parçalar dikkat çeker.


1979′da Queen, ilk konser albümü olan Live Killers’ı çıkarır.
1980′de iki albüm çıkarır Queen: The Game ve ilk film soundtrack albümleri olan Flash Gordon.
Play The Game, bir John Deacon şaheseri olan Another One Bites The Dust, The Game albümündeki en sevdiğim şarkılardır.
Ve 80′li yıllar Queen için kısa süreli bir durgunluğa sebep olur. Bunun sebebi ise Hot Space adlı albümleriyle tarz değiştirmeleri ve pop ağırlıklı şarkılardan oluşan bir albüm çıkarmalarıdır. Bu durum Queen hayranlarının tepkisini çeker ve albüm satışlarında da düşüş yaşanır. Ancak yine de David Bowie ile düet yaptıkları ”Under Pressure” oldukça beğenilir.

Bunun üzerine grup yeniden rock kökenlerine dönerek 1984 yılında 10. stüdyo albümleri ‘’The Works’’ isimli albümü çıkardı. ‘’I want to break free’’ gibi birçok bağımsızlık mücadelesi veren ülkenin milli marşı haline gelen bir şarkıya imza attılar.
Ayrıca sonraları Lady Gaga’nın da sahne ismini almasına etki eden ”Radio Ga Ga” isimleri parçaları da çok beğenen parçalardan biri olur.

1985’te Londra’da Wembley stadyumunda düzenlenen ‘’Live aid’’ adlı yardım konserinde sahneye çıkan Queen, adeta gecenin yıldızı olmuştu. İngiliz müzisyen Elton John’un da sonradan dediği gibi binlerce insan sanki sadece Queen’i beklemişti ve geceyi kazanan Queen olmuştu. Aynı zamanda bu konserden 110 milyon dolardan fazla gelir elde edilmiş ve Afrikadaki açlık sınırındaki ülkelere bağışlanmıştır.


1986′da ”A Kind of Magic” isimli albümü çıkarırlar. One Vision, A Kind Of Magic, Friends Will Be Friends, Who Wants to Live Forever parçaları albümde en çok dikkat çekenler olur.
Aynı yıl 12 Temmuz 1986 Cumartesi günü, Queen ve Freddie Mercury son kez stadyum konserlerine çıkarlar. Bunun sebebi ise sonradan Mercury’e konulan AIDS teşhisidir. Freddie Mercury, bu son konserinde Wembley’de unutulmayacak bir konsere imza atar. Live At Wembley 86, destansı bir konser olur.


Grubun gidişatını değiştiren olay, 1987 yılında meydana geldi. Vokal Freddie Mercury’e AIDS teşhisi konuldu. Sonraki yıllarda ise grup sessizliğe büründü.
3 yıl aradan sonra Queen, Miracle adlı albümünü çıkardı. Miracle, I Want ıt all gibi parçalar albümde dikkat çekenler oldu. Ayrıca Miracle, bütün grup elemanlarının izlerini taşıyan bir albüm olmuştur. Bu yüzde albümdeki bütün bestelerin grup elemanlarının hepsi tarafından yazıldığı belirtilmiştir.

Yıl 1991
Ve Freddie Mercury son sözünü söylemek için stüdyoya girdi: ‘’The show must go on’’
1991 yılında, Mercury’nin ölümünden kısa bir süre önce grup son albümü veda niteliğindeki ‘’Innuendo’’ yu çıkardı ve artık solgun görünen, ayakta durmakta güçlük çeken Mercury son kez haykırdı şarkılarını. ‘’Innuendo’’, ‘’Show must go on’’ gibi hit parçalar ortaya çıkaran efsane grup Queen bu albümün ardından sessizliğe gömülecekti.
23 Kasım 1991 tarihinde menajeri aracılığıyla hayranlarına bir mesaj ulaştıran Mercury, yayınladığı mesajında ‘’ Son iki hafta boyunca basında yapılan yoğun varsayımlar üzerine, testlerimin HIV pozitif çıktığını ve AIDS taşıdığımı onaylıyorum. Bu bilgiyi bugüne dek gizli tutmamın, yanımdakilerin mahremiyetini korumak adına doğru olacağını düşünmüştüm. Fakat artık, dostlarımın ve dünya çapındaki hayranlarımın gerçeği bilme vakti gelmiştir ve umarım herkes bu korkunç hastalıkla mücadelede doktorlarıma katılacaktır. Mahremiyetim benim için her zaman önemli olmuştur ve fazla röportaj vermememle ünlüyümdür. Bu tutumum bundan sonra da böyle devam edecektir, lütfen anlayışla karşılayın.’’ Sözlerini yayınlattı ve bu sözlerden 24 saat sonra yani 24 Kasım 1991’de Mercury hayata gözlerini yumdu.


Ölümünden sonra Queen grubu üyelerinin ortak kararıyla 20 Nisan 1992’de birçok ünlü sanatçının da katıldığı ‘’Freddie Mercury anma konseri’’ adıyla Mercury’nin şanına yakışır şekilde görkemli bir konser düzenlendi. Konsere on binler katıldı ve hep birlikte onun anısına haykırarak şarkılarını söylediler.
Arkasından en anlamlı sözü ise İngiliz müzisyen Elton John söyledi: “Tanrı en sonunda kare asını tamamladı dostum.. Janis Joplin, John Lennon , Elvis Presley ve sen…Arkadaşım olduğun için teşekkürler.. Seni her zaman seveceğiz.”
Mercury’nin ölümünün ardından Queen grubu son kez bir araya gelerek ‘’Made in Heaven’’ albümünü çıkardılar ve ayrıldılar. Grubun dağılmasının ardından basçı John Deacon, yaşamının geri kalanında müzikal anlamda Mercury dönemindekinden daha iyi olamayacağını düşünerek müziği bıraktı ve ailesiyle sessiz bir yaşam sürmeyi tercih etti.
Brian May ve Roger Taylor ise 2004 yılında Paul Rodgers ile bir araya gelerek ‘’Queen+ Paul Rodgers’’ adıyla bir turne düzenlediler. Şu sıralar ise yanlarına Adam Lambert’ı alarak konserler vermeye devam ediyorlar.

Mercury’nin ölümünden sonra bir süre depresyona giren, intihar etmeyi düşünen Brian May, şu an Liverpool’da bir üniversitenin rektörlüğünü yapıyor. Aynı zamanda bir astrofizikçi ve Roger Taylor ile birlikte sahne almaya devam ediyor.
Roger Taylor ise halen aktif olarak müzik yaşantısına devam ediyor.
Ve tüm bunlardan geriye Freddie Mercury döneminden anılar, pırıltılı bir müzik hatırası kaldı…


BİR FOTOĞRAF

Bazen kelimelerin bir araya gelip de anlatamadığı şeyleri, duyguları sadece bir fotoğraf anlatır.

Gerçekliği, tüm çıplaklığıyla bir fotoğraftan daha iyi ne anlatabilir?

Bazen bir haykırışın, bazen ölümün, bazen buram buram bir hüznün, bazen tarihin tozlu sayfalarının bir belgesidir fotoğraflar. Çok şey anlatırlar bizlere.

Çok acılar, katliamlar yaşandı yeryüzünde ve o anları bize en iyi, çekilmiş fotoğraflar anlattı.


İşte kelimelerin sustuğu, bir fotoğrafın çok şey anlattığı anlardan biri. Mutlaka bir yerde gözünüze takılmıştır bu fotoğraf. 1994 yılının Mart ayında Sudan yakınlarında çekilmiş.

Afrika’daki içler acısı durumu ortaya koyarcasına, gerçekleri insanın yüzüne çarpan bir fotoğraf.

Umutsuzca yerde yardım bekleyen bir çocuk ve hemen yakınında onun ölümünü bekleyen, pusuya yatmış bir akbaba.

Fotoğrafın sahibi Kevin Carter isimli fotoğrafçı. Kevin Carter 1994 Mart ayında çektiği bu fotoğrafla Pulitzer ödülünü almıştı. Ancak bu ödül ve sonrasında gelen şan, şöhret onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu ve vicdan azabı duyuyordu. Nitekim bu fotoğrafın verdiği psikolojiye, vicdan azabına dayanamayarak 3 ay sonra intihar etti. Geride bıraktığı mektubunda ‘’ Çocuğu kurtarabilirdim, makinamı bırakıp onu kucağıma alıp yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum. Şimdi ise önce insan olduğumu…’’

Son sözleri bunlardı gazeteci Carter’ın. 3 aylık çektiği vicdan azabına dayanamayıp intihar etmeyi seçmişti. Maddi kazançlar, onun vicdan azabını yok edememişti.

Gerçekten öylesine etkileyici bir fotoğraf ki, Afrika’daki açlık ve sefaletle ilgili onlarca film çekilse ve kitap yazılsa yine de sadece bu fotoğraf kadar etkileyici olmazdı.

Sadece bir fotoğraf çok şey anlatır.


Bir başka fotoğraf karesi. 1964 yılında çekilmiş. Bu kez kocası Rumlar tarafından katledilen Türk bir eşin acısı yüzünden okunuyor. Acısı o kadar taze, o kadar canlı ki, sadece onun değil fotoğrafa bakan herkesin içini yakıyor adeta. Fotoğrafın sahibi İngiliz Donald McCullin. Olaydan çok etkilenen İngiliz McCullin, olaya fotoğrafçı gözüyle baktığı ve bir sosyal görevli gibi yardım edemediği için kendini suçlu hissettiğini belirtiyor.
İşte sadece bir fotoğraf karesi yaşanan acıyı, vahşeti tüm canlılığıyla gösterebilir size. Yeryüzünde yaşanan ne varsa, sadece bir fotoğraf karesinde gizlidir.


Bumerang - Yazarkafe